————
“Amca şu aşağı eve bir bakabilir miyim” deyişimi, biraz hayretle karşıladı amcam. Ama yine de hayretine karışan hafif gülümsemesiyle “tabi ki yeğenim” dedi. Evin, demirden yapılmış 20 santimlik o kocaman kilidini alarak aşağı indi. Ben de peşinden… Kilidin üç defa çevrilişinden sonra açılan eve girdik. O anda nabzımın kaç attığını mümkün olsa da birileri ölçseydi, ben de sizlere söyleseydim… Eve girer girmez hemen sağ taraf köşeye yöneldim. Orada bulacağım şey belki de beni altın madencilerinin sevincine boğacaktı, son derece de bahtavar edecekti. Ti ti tiiiiii… Ne yazık ki edemedi. İlk beş adım attıktan sonra adeta donup kaldım. Göğsümden bir parçanın koptuğunu nasıl anlatsam ki sizlere şimdi…
Aradığım şey, bu köy evimizi amcama sattığımızda içinde kurulu bulunan tandırımızdı(tendür). Şimdi görüyordum ki yerinde yeller esiyor. İçini toprakla doldurmuşlar, ağzını da taş ve çamurla güzelce sıvamışlar. Ellerimi yüzüme götürerek; “amca tandırımız” dediğimi hatırlıyorum. Amcamın söze girmesini beklemeden hızla çıktım oradan ve doğruca arabama yöneldim.
Ah o tandırımız! İlki ne zaman yapılmıştı bilmiyorum ama bu tandırın yapılışına şahit olmuştum ben. Rahmetli anamla birlikte gitmiştik tandırlık denen o mevkie. Tandır yapımında kullanılan toprak sadece oradan temin edilirdi. Rengi de sanki kiremit rengi gibiydi. Yanımızdaki boynu yanır eşeğimizle birkaç kez gidip gelerek halletmiştik bu toprak işini. Sonra da tandır yapmasını bilen bir komşumuz çağırıldı evimize ertesi gün. Usta öncelikle bu topraktan sıkı bir çamur yaptı. Bu çamurun İçerisine bir miktar saman kattığını hatırlıyorum yaşım 11 olsa da. Sonracığıma içerisine biraz da keçi tüyü attı sanki. Bu çamur bir gün bekletildikten sonra tekrar yoğruldu. Sonra ağız çapı 60, taban çapı 80, yüksekliği de 100 cm olan bir eseri yapıp kurumaya bıraktı ustamız. Taban yan duvarında da 15×15 cm ebadında bir delik bırakıldı. Bu deliğin adına anam kühle derdi. Bu delikten hava alarak yanarmış havasını sevdiğim tandır.
İyice kuruduktan sonra daha önceki tandırın çukuruna yavaşça indirildi acer tandırımız… O kühlenin bir ucu da bir kanalla dışarıya bağlandı. İyi hatırlıyorum ki, tandır iyi yanmazsa anam önlüğü ile bu kanaldan hava pompalardı. Başka yerlerde ne yakarlardı bilemem ama bizim yörede hayvan dışkısından yapılan tezek tandırın yakıtıydı. Bu tezeklerin harı iyice geçtikten sonra başlardı anam o tandırın duvarlarına halka edilmiş hamurları yapıştırmaya. Bazen de mayalanmadık hamurdan beldirmeç yapıştırılırdı. En az 10 günlük ekmeğimiz piştikten sonra tandırın kalan ateşi üzerine üçayak gereç konur üzerine de yemek tenceresi oturtulurdu. Gel de bu yemeği yeme de yanında yat yatabilirsen. Bu tandırın içine çengelde bir de kuzu asarsanız oh, paşa keyfi cepte!
Bizde tandırın tanınması Selçuklulara dayanıyor gibi. Hindistan ve Pakistan yapımı filmlerde de gördüm sanki tandırı. Demek oluyor ki kök daha da derinlerde. Eskiden kışlar çok soğuk geçerdi bilirsiniz. Bu soğuk kış günlerinde dört köşeli, dört ayaklı bir masa bu meşhur tandırın üzerine konurdu. Onun üzerine de ninemlerden kalan şal yorgan örtülürdü. Isınmak isteyen evin ahalisi bu yorganı dizleri üzerine çeker, ayaklarını masaya doğru uzatarak ısınmaya çalışırdı. Hele de dışarıda kar ya da yağmur yağıyorsa o anda değme sen keyfe..!
Asıl anlatmak istediğim olay işte bu noktada başlıyor biliyor musunuz? O zaman bunca söze ne gerek vardı diyeceksiniz biliyorum. Aslında benim yazım konusundaki tavrım bir konuya damdan düşer gibi girmektir. Sonrasında kalemim nereye götürürse oraya gitmek! Fakat burada o şekli tercih etmedim. Zira -belki de- tandır sözünü ilk defa duyacak olanlar vardır çevrede. “Olmaz mı? Öyle de olanlar az mı?” Hem herkes bizim gibi köylü mü? Yeri gelmişken söyleyeyim; geçenlerde “kim milyoner olmak ister” yarışmasında bir üniversite öğrencisi “iğde” meyvesini bilemedi. Bir diğeri “kangal”ın ne olduğunu telefon hakkını kullanarak ninesine sordu… Eşeğe “dur, duuuur” diye seslenen şehirli bebeler gördü bu gözler. Oysa o yaşlarda biz at yarışı yapıyorduk akranlarımızla. Eşeğe “çüş”, öküze de “ho” demesini biliyor idik! Bilmem maksadımı anlatabildim mi?
Dönelim işin edebiyatına şimdi. Tandırın etrafında şal yorgan altına sıralanırdık: Ninemlerden kalan şal yorgan var ya/Çek üstüme ipeklisi fasarya/Dudağı çatlamış suya kanar ya/İşte öyle sana kanayım anam… Ama bu şal yorgan altındaki tandır sefasında geçen süreyi değerlendirmesini de bilirdik. Bizler sonuç olarak; doğum, ölüm, evlenme, sevda, savaş gibi olaylar ile ilgili inanışlar içeren tandırnâmeler okurduk/anlatırdık birbirimize. Karacaoğlan’dan bahseder, Onun Elif’ine saygı duyardık cümleten. Kesikbaş menkıbelerini dillendirirdik çoğu zaman. Hayal de olsa bazı kereler Hazreti Ali’nin Düldül isimli atına atlar, Zülfikar’ını da kuşanarak belimize Hayber kalesindeki küffar üzerine yürürdük. Küffar elbette ki pare pare olurdu o meydanda… Bizler Manolya çiçeğinin nasıl bir naza büründüğünü bilirdik elimizde. Birbirimize bilmeceler sorar, gözlerimize bakarak da ahvalimizi yorardık! Elimizde tandırdan biraz önce çıkmış içli keteler… Anamın on parmağında on iş… Kulağı da bizim sohbetlerimizde/tandır düşlerimizde olurdu –bu gün olduğu gibi-çoğu zaman. Songül Sümengen’e seslendiğini sizler bile duymuşsunuzdur belki de: “Gııııız Songüüüüül, hani şu mercimekli bulgur pilavı şiirin vardı ya, onu bir disen de diğnesek.” Songül biraz nazlanırdı ama yine de başlardı okumaya o uzun şiirinden birkaç bölüm. Sözün başladığı yerde bizler tandır başında sus pustan öte ne olabilirdik ki:
……
Gözleri dolu; “Ana” der usuldan
“Ana gene mi mercimekli bulgur?”
Ananın gözleri yağmur bulutu.
Ana gülmeye uğraşır ağlamaklı.
Bir tahta kaşık sesi bakır sinide.
Ve çarpılan kapı…!
Çözülür Ananın gözlerindeki yağmur bulutu.
Bir avuç saman atar tandıra, bir avuçta gözyaşı.
Bir küskün çocuk yürür gider elleri cebinde
……
Bakışlarının karası karışır gecenin karasına
Bir delişmen çocuk yürür gider elleri cebinde.
Dalar gider gözleri renkli ışıklara
Bir el okşar saçlarını ince, narin
Bakar kocaman gözleri, anlamsız
Arar anasını, yağmur bulutu gözlerini,
Ağlamaklı gülüşünü,
“Neyi sevdin sen?” der anlamlı bir ses
Bakar, gölgelenir gözleri yer yer!
……
Bir ezgi olur sesi, gider ta köy gecelerine.
“Anamı sevdim, tek anamı! Bir de;
Bir de, mercimekli bulgur pilavını…
Bazı akademisyenler; “bilgisiz insanların inandığı saçma bilgiler, hükümler toplamı” deseler de, hatta “boş ve lüzumsuz sözler” olarak değerlendirseler de tandırnameler; edebiyatımızda adından çok söz ettirmeyi başarmıştır. Bazı mansıb-ı mekân sahibi olmuş meşahir-i üdebâ; küçük ve değersiz olarak görse de tandırnameleri, bu edebiyat ürünleri halk edebiyatımıza hatırı sayılır katkılar sağlamıştır. Hatta Ziya Gökalp’e göre de milli edebiyatın kuruluşunda büyük bir rol üstlenmiştir de…
Tandırlar ve tandır başları, çeşme başları kadar aktif diyebileceğimiz sosyal mekânlardır bana göre. Dostluklarımızın, yarenliklerimizin ve sırlarımızın da mekânıdır denebilir. Tandır başında çay mı? Olmaz mı hiç!
“Çıktım tandır başına/Demlik çıktı karşıma,
Doldur doldur ver içim/Aklım gelsin başıma.”