

Yazın telaşını üzerinden yeni atmış bir mahallenin içinden, ağır ağır yürüyen bir mevsimdir sonbahar. Ne tam gider ne tam kalır, insanın içindeki geçişleri de aynı kararsızlıkla dürter. Böyle zamanlarda, sokaklarda dolaşan bir çocuğun ayak izleri daha bir duyulur olur. Sanki mevsimin sarısını, turuncusunu, dalgalı rüzgârını kendi nefesiyle taşıyormuş gibi… Sonbahar, en çok çocukların kalbine yakışır çünkü onların dünyasında hiçbir şey kesin değildir, her şey bir ihtimal kadar parlak, bir merak kadar tazedir.
Sabahları okul yoluna düşen küçük bir çocuğu düşünelim. Çantasının ağırlığı omzuna değil de hayallerine vurur sanki. Kaldırım taşlarının arasına sıkışmış sarı yapraklara her bastığında hafif bir hışırtı yükselir. O ses, sonbaharın çocuklara armağan ettiği gizli bir şarkıdır. Bir tek onlar duyabilir, bir tek onlar tamamlayabilir. Büyükler, işlerine yetişme telaşıyla bu şarkıyı çoktan ıskalamışlardır. Ama çocuk yürür, dinler, içine çeker. Rüzgârın getirdiği o buruk kokuda, kim bilir, belki bir oyunun başlangıcını, belki bir masalın kapısını bulur.
Sonbahar, çocuk için yalnızca bir mevsim değildir, dünyayı anlamanın başka bir yoludur. Yazın bitmesi demek, sokakların artık koşup oynamak için değil, düşünmek ve keşfetmek için yeniden şekillenmesidir. Ağaçların dallarında eksilen her yaprak, çocuğa değişimin kaçınılmazlığını anlatır. Ama bu değişim asla bir kayıp değildir. Aksine, yerine koyacağı yeni bir merakın habercisidir. Bir çocuk, dökülen yaprakları avuçlarına alıp serbest bıraktığında, aslında mevsimin kendisine öğrettiği dönüşümü tekrar eder: her şey akar, her şey yenilenir.
Sonbaharda oyunların bile sesi değişir. Yazın gürültülü neşesi yerini, daha derin bir sessizliğe, daha anlamlı bir sakinliğe bırakır. Çocuklar, parklarda savrulan yaprakları birbirlerine savururken, farkında olmadan zamanın akışını da kavrarlar. Rüzgârın, bulutların, gölgelerin ve güneşin gün boyunca nasıl yer değiştirdiğini fark ederler. Bir ağacın dibinde oturup göğe bakmak, onların gözünde sıradan bir duruş olmaktan çıkar. Belki bir kuşun dönüşünü, belki de dalgaların ötesine geçen bir hikâyeyi çağırır.
Sonbahar aynı zamanda çocuğun iç sesiyle tanıştığı mevsimdir. O iç ses, bazen yağmur bulutlarının altında sakince yürürken, bazen okul dönüşü eve varan patikanın kıyısında filiz verir. Çocuğun aklından geçen sorular: “Neden yapraklar düşer? Rüzgâr nereden gelir? Bulutlar neden gri olur?” sadece cevap bulmak için sorulmaz. Bu sorular, hayatı anlamlandırmanın ilk adımlarıdır. Sonbahar, ona durmayı, bakmayı, dinlemeyi ve merak etmeyi öğretir.
Yetişkinler çoğu zaman bu mevsimin hüznüne takılıp kalır. Oysa bir çocuk için sonbahar, hüznü bile yumuşatır. Yağmurun ilk damlasını avuç içinde tutmak, soğuğu değil bir mucizenin başlangıcını hatırlatır ona. Penceresine düşen her damlada, dış dünyayla kendi iç dünyası arasında kurduğu bağlantı biraz daha güçlenir. Çocuk, yağmurun ritmini dinledikçe kendi ritmini de duyar, yavaşlamanın, derinleşmenin değerini sezgisel olarak kavrar.
Belki de sonbahar, çocuğu en çok kendi yalınlığıyla etkiler. Ne abartılı sıcaklıkları vardır ne de keskin soğukları. Bir ara duraktır, büyümenin ve kabullenmenin ara durağı. Çocuk, bu mevsimde hem geçmiş yazı hem yaklaşan kışı taşır içinde. Bu iki uç arasında sallanan salıncağı, ruhunu daha da genişletir. İçinde biriken renkler, duygular, sorular yavaş yavaş bir bütün oluşturur.
Ve günün birinde, çocuk büyür. Ama bir yerde, içinin derinlerinde sonbaharın ona bıraktığı o ilk ses, ilk renk, ilk şaşkınlık baki kalır. Yıllar sonra bile bir yaprağın düşüşünü izlediğinde, içinde bir yer kıpırdar. Çünkü bilir: Sonbahar, hep çocukluğunun yüzünü saklar.
“Çocukluğun yüzü ne zaman görünür olsa, dünya bir anlığına yeniden anlam kazanır.”
Ayşe CAN