

İnsanı anlamaya çalışmak, zamanın akışını avuçlarında tutmaya uğraşmak gibidir; tutmaya yeltendikçe kaçar, kavradığını sandıkça şekil değiştirir. İnsan, doğduğu andan itibaren bir bilinmezlik çemberinin içine bırakılır ve bu çember, yaşam boyunca genişlemek yerine derinleşir. Dışarıdan tanıdığımızı sandığımız kişi, içeride bambaşka bir hikâye taşır; kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz yönlerle dolu bir hikâye… Bu yüzden insan biraz sırdır; tam çözüldü dediğimiz yer, aslında yeni bir bilmecenin başlangıcıdır.
Sırrın insanda bu kadar güçlü oluşu, belki de onun kendini anlayış biçiminden gelir. Kimi zaman iç sesimiz bile bize yabancılaşır. Bir düşünce belirir, nereden geldiğini bilemeyiz. Bir duygu kabarır, sebebini kestiremeyiz. Bazen bir davranış sergileriz ve sonrasında “Ben bunu niye yaptım?” diye kendi kendimize sorarız. İnsan, kendi zihninin gölgesini takip eden bir yolcu gibidir. Gölge hep oradadır ama şekli ışığa, zamana, yola göre sürekli değişir.
En derin sırlarımızı çoğu zaman kendimizden bile saklarız. Çünkü insan, gerçekle yüzleşmekten çoğu zaman çekinir. Kendini çözmek, sadece soruların değil, cesaretin de işidir. Herkes kendi içine bir kez bile dürüstçe baktığında, ne kadar karmaşık bir duvar ördüğünü görür. Anne-baba olsak da dost, sevgili, eş ya da evlat olsak da, o duvarın ardındaki dünya kimseye tam anlamıyla açılmaz. Çoğu insanın hayatında kimsenin bilmediği bir acı, kimsenin tahmin edemediği bir korku, kimseye söyleyemediği bir hayal, kimseye göstermediği bir yara vardır.
Bu nedenle insanlar arasında kurulan ilişkiler, aslında görünmeyen sırların üzerinde yükselir. Yakınlaşmak, sırların birbirine biraz olsun temas etmesiyle mümkündür; uzaklaşmak ise o sırların kabuk değiştirip erişilmez hâle gelmesidir. Aşk ilişkilerinin kırılganlığı, dostlukların bir anda dağılabilmesi, aile içindeki o sessiz çatlakların büyüyüp kopuşlara dönüşmesi, çoğu zaman dile getirilmeyen sırların biriktiği noktada kendini gösterir. Kimse tamamen anlaşılamadığı için, herkes bir parça yalnız kalır ama yine de kimse bu yalnızlıktan tam anlamıyla şikâyet etmez. Çünkü insan, kendi sırrıyla var olur. O sır elinden alınsa, belki kendi kimliğinin de çözüleceğini hisseder.
Toplumsal düzlemde de insanın sır taşıma hâli değişmez. Toplum, çoğu kez birbirine benzeyen ama iç dünyaları birbiriyle taban tabana zıt olan bireylerin oluşturduğu bir kalabalık gibi görünür. Herkes bir şey söylüyor, herkes bir şey anlatıyor ama hiç kimse gerçekte ne düşündüğünü tam olarak dile getirmiyor. Toplum, ortak bir sahnenin üzerinde durur; insanlar o sahnede birbirini izler, yargılar, alkışlar ama her birey kuliste kendiyle baş başadır. O kulisin kapısı kapalıdır, içeriden gelen sesi sadece sahibi duyar.
Tarih boyunca iktidarlar, filozoflar, bilim insanları insanın iç yüzünü anlamaya çalışmıştır. Hukuk, eğitim, psikoloji, sosyoloji gibi alanlar bu karmaşık yapıyı çözmeyi amaçlamıştır. Fakat her çözüm girişimi, yeni bir bilinmezliğin kapısını aralamaktan öteye gidemez. İnsan davranışlarını açıklamak için binlerce teori yazılmış, toplumun işleyişini düzenlemek için sayısız kural konmuştur ama hiçbir sistem insan ruhunun karanlık odasını tam olarak aydınlatamamıştır. Belki de insanı anlamayı bu kadar çekici kılan da budur. Çözmek için uğraştıkça, insanın çözülemezliği artar.
Modern dünyanın insan üzerindeki baskısı ise bu sırrı daha da karmaşık bir hâle getirmiştir. Yaşadığımız çağ, görünürlüğün kutsandığı bir çağdır. Herkesin yaşamı bir vitrin gibi gözler önündedir. Sosyal medya, insanların kendine dair seçtiği bir yüzü sürekli parlatır. Fakat vitrinde görünen, çoğu zaman gerçeğin yalnızca parlatılmış bir gölgesidir. Fotoğrafların arka planında saklanan yorgunluklar, paylaşılan başarıların ardındaki korkular, neşeli videoların gizlediği sessizlikler… Hiçbiri görünmez ama hepsi vardır.
Bu görünürlük çağında bile insanın sırrı kaybolmaz aksine daha derine çekilir. Çünkü herkes, sürekli bakılan bir dünyada en çok kendini saklamaya ihtiyaç duyar. Maskeler çoğalır, roller artar, kimlikler parçalanır. Bu da bireyin kendi iç sesiyle arasındaki mesafeyi büyütür. İnsan kendi içini dinlemek yerine dışarıdan gelen gürültüye kulak verir. O gürültü çoğu zaman o kadar güçlüdür ki, kişi kendi sesini duyamaz hâle gelir. Bu durumda sır hem bir sığınak hem bir hapishane olur. İnsan kendini korur ama aynı zamanda kendini içeride tutar.
Sır, sadece bir koruma kalkanı değildir; aynı zamanda insanın yaratıcılığının kaynağıdır. Hayal kurmak, düşünmek, üretmek, iç dünyada saklanmış bir kıvılcımla başlar. O kıvılcım dışarıdan biri tarafından görülmez hatta çoğu zaman kişi bile o kıvılcımı fark etmekte gecikir. Ama bir anda ortaya çıkar ve insanın dünyaya bakışını değiştirir. Edebiyat, resim, müzik, bilim, felsefe hepsi insanın içindeki gizli dehlizlerden çıkan düşüncelerin ürünüdür. Sır, insanı hem olduğundan fazlası hem de eksilttiği şey hâline getirir.
Sırların hiç olmadığı bir dünya düşünelim… Herkes her şeyi biliyor, herkes tamamen şeffaf, herkes içini açmış… Böyle bir dünyada güven, mahremiyet, özgünlük, hatta aşk bile anlamını yitirirdi. Çünkü insanı insan yapan, biraz bilinmez olmasıdır. Bir başkasının kalbinde ne olduğunu tam olarak bilseydik, merak da tükenirdi, çaba da… Çelişkiler ve gizler, insanın duygusal derinliğini inşa eder. Sır, bizi hem uzaklaştırır hem yakınlaştırır hem korkutur hem de korur.
İnsanı anlamaya çalışmak, bir yolculuğun içinde yolculuk yapmak gibidir. Karşımızdakini çözmeye çabalarken aslında kendi içimize doğru yürürüz. İnsan tanımak, kendine ayna tutmak demektir. Her karşılaşma, her ilişki, her çatışma, her sevgi hepsi içimizdeki katmanları açığa çıkarır. Fakat bu açığa çıkış hiçbir zaman tam değildir. Çünkü insan, kendi kendinin bile sonuna ulaşamayacağı bir hikâyedir.
Bu yüzden insan biraz değil, aslında epey sırdır. Onu tamamen çözmek mümkün değildir. Çözmeye çalışırken bile yeni bilmeceler doğurur. Sır bizi yorar, evet; bazen üzerimize ağır bir taş gibi çöker. Ama aynı zamanda büyütür, derinleştirir, olgunlaştırır. İnsanı özgün kılan, baştan sona okunamamış bir kitap gibi oluşudur. Sayfalarını çevirdikçe yeni satırlar belirir; okudukça yazılır, yazıldıkça değişir.
En güzeli ise insan, sırları çözüldüğü için değil, sırlarıyla birlikte yaşamayı öğrendiği için anlaşılır. Çünkü her insan, kendi içindeki sessiz dünyanın biricik bekçisidir.
Ayşe CAN