

Bu aralar çocukluğumu fazlaca ziyâret etmeye başladım. Bahar geldi, ondandır diyorum. Her bahar ilk aklıma gelen köyüm, köyüme dair ilk aklıma gelenler de çocukluk hâtıralarım oluyor. Her bahar bu havalardayım. Orhan Veli’nin dediği gibi işte; “beni bu güzel havalar mahvetti”. Her ne kadar evkafta bir memuriyetim yoksa da, olsaydı bu hâlet-i rûhiyye ile kesin kovulurdum. “Muhasebeye gidin, ilişiğinizi kessinler Serap Hanım!” Tabii bu avarelikle hazır cevap da oluyor insan. “Benim hayattan ilişiğim kesilmiş, buradan kesilse n’olur ya” diye posta koyardım kesin.
Babam görevi dolayısıyla bizimle gelemediğinden yaz tatillerini çoğunlukla annemin köyünde geçirirdik. Bundan hiç de şikayetçi değildim çünkü bana göre baba sülâlesi birazcık fazla kuralcıydı. Bilirsiniz o aileleri işte, “şu şöyle olmaz, bu böyle yapılmaz, öyle oturulmaz, böyle konuşulmaz”. Anne sülâlemizse köyde hâlâ yörüklüğünü yaşamaktaydı ve ben bunu çok seviyordum. Hani iki sülâleyi karşılaştırırsak, baba sülâlesi ben diyeyim hânedan efrâdı, siz deyin Divan Edebiyatı. Anne sülalesi de ben diyeyim avam, siz deyin Halk Edebiyatı. Böyle bâriz fark vardı aralarında.
Gece yarılarına kadar sokakta oynardık. Dayılarım ve eniştem bağlama çalar, atışmalar yaparlardı. Dayılarımdan biri bir kez leb-değmezi bile denemişti! Bu yaz memlekete izine gittiğimde bir müzik markete girdim ve Reyhani ile Murat Çobanoğlu’na ait ne var diye sordum. Adam bana şaşkın şaşkın baktı. “Naaapacaksın sen onları bacım” dedi. Ne desem, hazır cevaplık yapıp “yemek yapıcam da” demek geliyor içimden lâkin, hem merhûmlara saygısızlık olacak, hem de tezgâhtaki adamın tipinde öyle bir “burda guralları ben goyarım” havası var ki, papaz olacağımız iki-iki dört. “Ne demek istedin abi” dedim (köprüden geçiyorum, dikkat!). “Senin gibi moderen bi insan niye dinniyokine bunnarı” dedi kendileri. Fesüphanallah! Dış görünüşe aldanma efendi, ben hala fî tarihinde yaşıyorum. “Ben severim ozanları” demekle yetindim tabii. “Ben de severim de şindikiler pek dinnemiyo, ondan dedimdi” dedi, hızlı ve öfkeli abi. Çıkınca yanımdaki arkadaşım da “ay hakkaten ben de çok şaşırdım, senden hiç beklemezdim bunu” dedi. Öyle bir atmosfere girdim bu kadar baskıyla ki, hani sanki 4. Murat devrindeyim, gecenin bir yarısı elimde bir cigara, yanımdan geçen asesbaşına nanik yaparak külhanbeyi külhanbeyi geziyorum sokaklarda. “Dağılın ülen!” diye bağırmak geçti içimden. İşin ilginç yanı, klasik müziği sevdiğimi de köyde kuzenlere söyleyemiyordum. Bu arafta kalmışlıklar divâne etti beni böyle azizim, söyleyeyim şimdiden. Psikologları çocukluğuma inmeye dâvet ediyorum. Geri çıkıp teşhis koyabilirse çaylar benden.
Geceleri singeböcük (saklambaç) oynardık. Bazı cinfikirliler biz kızları korkuturdu hep, “Anammm o da neeeeeee, hortlak gördüm valla leeennn! Gız canavarı goruyon mu canavarı?! Aga valla tonguz Omar Emminin harımdan beri atladı”. Hepimiz ebe mahallîne anında görüntü tabii. “Sobeeeeee!” Kendi düşen ağlamaz; “1,2,3,4,5…..”
Şehirde de fena sayılmazdı çocuk olmak. Babamın memuriyeti dolayısıyla çok farklı şehirlerde bulunduk. Bir defasında nihâyet bahçeli bir ev kiralayınca, babacığım o yıl kurbanlığı erken almaya karar vermiş. Onun bu dâhiyâne planından haberdâr değilim tabii. Zaten evde bize bir şey sorulmuyor ki mîrim! Simsiyah bir oğlak getirdi bir gün. “Iyyyy, kuzu alsaydın baba yaa, ben oğlakları hiç sevmem ki, hem de kapkara”. Güldü babam, büyükler her şeyi biliyor, bilmediklerini de seziyor azîzim. Allah vergisi bir alıcı sistemleri var. Birkaç gün geçmeden oğlakla öğür oldum. Bir muhabbetimiz var ki görmeyin gitsin. Hani affınıza malûlen “keçi gibi geziyor” derler ya, öyle geziyoruz dağ bayır. Annem babama kızıyor, “buna zaten kız çocuğu demeye şâhit lazım, keçi gibi dağ bayır geziyordu, bir de oğlak çıktı başımıza, okuldan sonra hiç eve gelmiyor.” Gelmeyiz tabii. Evde ne var; ne varsa dağda bayırda var iki gözüm. Tepelerin en yükseklerine çıkıyoruz. Yeni arkadaşım tırmanmakta Allah vergisi tabiatı itibariyle hiç zorluk çekmiyor. Beraber her yeri kuş bakışı seyrediyoruz. Arada bir türkü patlatıyorum. Benim kara oğlağım önce bir kulaklarını dikiyor, sonra kaçıp gidiyor yanımdan. Sanırım intihar etmektense yanımdan uzaklaşmanın en doğrusu olacağını düşünüyor. Ama gece olunca affettiriyorum kendimi. Devlet baba hani babama kışlık gocuk veriyor ya, onun peluşunu bir güzel kesip onunla oğlağımı sarıp sarmalıyorum. Üşümesin canım arkadaşım. Babam peluşu oğlağın üstünde görünce ilk işi gocuğu kontrol etmek oluyor. Diliyle dişi arasında bir şeyler mırıldanarak kafasını sallıyor. Olsun, hem oğlağım üşümesin, hem de o renk oğlağımda daha güzel duruyor zâten. Sonra Kurban Bayramı sabahı bir amca geliyor babamla eve… Oğlağım yok artık… Babamın kurban kesmek hakkında söylediklerinin hepsi bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyor. Evdeki ahâliyi toptan hain ilan ediyorum, “hainlerle işim olmaz konuşmayın benimle” diye posta koyuyorum. O sene babam bir de ava merak sarmasın mı! Kesin korku filmlerindeki katil de babamdır havası var bende artık. Babamın çok kitabı vardı, ben okumaya çalıştıkça “bu yaşta böyle kitaplar okunmaz” der dururdu. En son benimle baş edemeyince odaya kilitlemişti kitapları. İşte o benim için Kırk Haramilerinin hazinelerinin anahtarı kadar yüce ve değerli olan o anahtarı vermeseydi zor barışırdık pederle vesselâm. “Ama dersleri aksatmak yok ha.” Hem oğlağımı kes, hem bana şart koş!
Kız kardeşim üçüncü yaşına girerken annem ona doğum günü kutlaması yapmaya karar verdi. Gün arkadaşlarını çağırmış, fotoğrafçı çağırmış. Olayın beni ilgilendiren tek kısmı menü. Mutfaktan yayılan kokular beni sabırsızlandırıyor. Bir de sokak kedileri var ki annem kovdukça onlar mutfak penceresinin kenarından gitmeye hiç niyetli değillerdi. Annemle kedilerin arasındaki kıyasıya savaşı en sonunda ara farkla kediler kazandı. Artık kovmuyor annem onları. Onlar bir yandan ben bir yandan bekleşiyoruz. Annem kızıyor bana, “gören de ben bu evde hiç bir şey pişirmiyorum sanır, benim kadar börek-çörek yapan var mıdır acaba, hâlâ bu ne sabırsızlık!” Olsun a dostlar olsun, bu bir azarlama değil. En korkuncu ne biliyor musunuz, “misafir yemeden hiç bir şey yok size!” İşte bu cümle var ya, Karlofça Antlaşması gibi bir şey! Memâlik-i Mide hudutları dahilinde iç savaş çıkartan cinsten bir ferman! Misafirler nihayet teşrif ediyor da murâdıma eriyorum. Tabii sınırsız erişim hakkına onlar gidene kadar sahip değilim.Ve… nihayet misafirler gidiyor! Aş deliye kaldı! O da ne! Kedilere düşen paya bak! “Bak anne, şu kediler kadar da itibarım yok ya bu evde, bu çok ağrıma gidiyor.” Çok yemek seçiyordum da koskoca çocukluğum hiç yemek yemeden geçti, o yüzden galiba annem halime acıyor; “sanki ben içerideyken senin mutfakta ne yaptığını bilmiyorum” diyerek tabağıma ekleme yapıyor. Ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yok. Ama bu konuda yemin etmemi beklemeyin. Makarnadan başka bir şey yemezdim çocukken. Eh, kadıncağız hep makarna pişirecek değil ya. Âh ki âh, bîçâre çocukluğum yemeğin suyuna ekmek banarak geçti azîzim, nasıl börek-çörek pazarlığı etmeyeyim. “Bak anne, bu gidişle beni Çarşı Camii önünde dilendireceksin.” Annemin üzerime dikilmiş boş bakışları “ben nerede yanlış yaptım” diyor. Sanırım yine “babasının kızı” olacağım.
Ve lise yılları… Acılar da varmış hayatta… Dostluk varmış, sadâkat varmış, idealler, yüksek değerler, ağlamak ve gülmek varmış. Her şey nasıl da değişiveriyor birden. Kavgalarımız daha farklı oldu o yıllarda, tasasına düştüğümüz meseleler farklıydı. Fikirlerimizi şekillendiren öğretmenlerimiz, dizeleriyle bize ilham veren şa’irler, elimizden düşürmediğimiz kitaplar vardı hayatımızda artık. Nedenlerimiz, nasıllarımız vardı. Başkaldırışlarımız, isyânlarımız vardı. Birdenbire büyüdük. Nasıl olduğunu anlayamadan büyüdük. Meğer yetişkin olma yolunda ilk sancılarmış gençlik denen şey, nereden bilecektik…
Şimdi kaçımız yüksek sesle türkü söylüyor, kaçımız sokaktaki çocuklarla top sektiriyor? En son ne zaman kardan adam yaptık? En son ne zaman misket yuvarlayıp, beş taş oynadık?
Mutluluk denen şey çocukluğu yaşamakta gizli. Bilimsel olarak ispatına hiç girmeyeceğim; sadece birkaç gün içinizdeki çocukla vakit geçirin ve kendinizi ne kadar genç ve mutlu hissettiğinizi görün derim. Yaşınız kaç olursa olsun, çağırın içinizdeki çocuğu; gelsin, birkaç gün misafiriniz olsun. Beraber kırlarda, parklarda dolaşın, türküler söyleyin avaz avaz. Gölde,denizde taş sektirin, sokakta top oynayın. Yapmacık gülüşleri birkaç günlüğüne kaldırın rafa! Kızınca kızdığınıza darılın, ama dargınlığınız bir çocuğunki kadar sürsün. Sevinince gülün, gülüşleriniz Temmuz güneşi kadar yakıcı olsun! Görün bakalım bir daha o çocuktan hiç ayrılabilecek misiniz?
Çünkü yaşamak, bir ağaç duldasında soluklanmak sadece.
İçinizdeki çocuğu ağlatmayın e mi?
Serap PALA