

Gökyüzünün bir hafızası olduğuna inanmak, belki de insanın kendi unutkanlığına bir teselli arayışıdır. O sonsuz maviliğin, ufacık bir bulutun gölgesini bile tutabildiği hâlde, insan kalbinin en berrak anılarını taşıyamayışına içerlemesinden doğar bu inanç. Ben de yıllardır göğe bakarken bu tuhaf yanılsamanın kıyısında dolaşıyorum. O büyük ve değişmeyen kubbe, gerçekten de bizim hikâyelerimizi saklıyor mu, yoksa biz mi kendi kırık anılarımızı oraya yansıtıyoruz?
Bir gün öğleden sonra, deniz kenarındaki bir bankta otururken fark ettim bunu. Güneş alçalmaya başlamış, ufuk çizgisinde ince bir kızıllık belirmişti. Gökyüzü sanki ağır bir yükü taşımaktan yorgun, ama bunu belli etmekten çekinen bir dost gibiydi. Rüzgâr, dalgaların üzerinden geçerek göğe doğru bir şeyler fısıldıyor, hiçbir yere yazılmamış, yarım kalmış bir hikâyenin ilk cümlesini taşıyordu. O an, gökyüzünün neden bu kadar geniş olduğunu düşündüm. Belki de insanların taşıyamadığı, konuşmaya cesaret edemediği bütün hikâyeleri içine alabilmek için böylesine büyük olmak zorundaydı.
Sonra “gökyüzü de unutuyor mu?” diye sordum kendime. Bazen bir yıldızın soluk bir titremesi, bazen hızlıca dağılan bir bulut, onun da tıpkı insanlar gibi bazı hikâyeleri geride bıraktığını gösteriyor adeta. Bu unutkanlık ilk bakışta acımasız gelebilir. Ancak belki de gökyüzü, unutmanın bir tür merhamet olduğunu herkesten önce anlamıştır. Çünkü anıların tamamını tutmak, bir süre sonra insanı ağırlaştırır; göğü bile eğip bükebilir. Belki de unutmak hem insan hem de gökyüzü için bir nefes alma biçimidir.
Çocukluğumda gökyüzü yalnızca geniş bir oyun alanıydı. Bulutlara hayvan isimleri verirdim, her yıldızın bir görevi olduğuna inanırdım. Annem, “Gökyüzüne çok bakarsan, cevaplarını orada aramaya başlarsın,” derdi. Şimdi düşünüyorum da belki de doğruydu. İnsan bakmaya devam ettikçe, gökyüzü de ona bir şeyleri açıklamaya mecbur kalıyor. Tabii açıklama dediğim, kelimelerle yapılan bir aktarım değil, gölgenin şekliyle, ışığın kırılmasıyla, havanın bir anda serinlemesiyle gelen sessiz bir anlatı. Gökyüzünün unuttuğu hikâye işte bu sessizliğin içinde gizleniyor.
Son yıllarda, yaşamın telaşı arttıkça göğe bakmayı unuttum. İnsan kimi zaman dünyaya öyle sıkı bağlanıyor ki başını kaldıracak yer bulamıyor. Fakat ne zaman ki içimde anlatılmayı bekleyen ağır bir cümle birikiyor, yine gökyüzünü yokluyorum. Ona bakınca, insanın kendi sesini duyması kolaylaşıyor. Gökyüzü bir ayna gibi değil, daha çok bir boşluk. O boşlukta yankı bulmayan hiçbir söz, insanın içinden gerçekten çıkmış sayılmıyor.
Belki de gökyüzünün unuttuğu hikâye tam da bu: İnsanların kendileriyle yüzleşmekten kaçınarak ona bıraktıkları, yarım yamalak düşünceler, ertelenmiş yüzleşmeler, tamamlanmamış cümleler… Bence gökyüzü, bunları bir süre taşır, sonra rüzgâra bırakıverir. Çünkü bilir ki her hikâye, ancak sahibi tarafından tamamlandığında anlam kazanır.
Yine de içimde bir umut var. Bir gün, belki bir akşamüstü ışığıyla, belki gece serinliğinde titreyen bir yıldızla, gökyüzü unuttuğu o hikâyenin bir parçasını bana geri verecek. Ben de onu tutup yazının diline çevireceğim. Belki bir derginin sayfasında yer bulacak, belki bir okurun kalbinde yankı uyandıracak.
Ayşe CAN