Sisli bir sonbahar günüydü. Dışarıda kötü adamlar tarafından kırbaçlanan atların kişneyişi, çan seslerine karışmıştı. Melankolik bir serenad edasıyla kalbim en ağır yüklerini taşıyordu. Gündüz vakti, karanlık zemheri bir görüntü yaratmıştı. Bir ses geldi uzaktan, içimi bir ürperti sardı, içime çektiğim sisli hava beni sarsıyor gibiydi. Yanık kokusu geliyordu arka mahalleden; hava iyice kararmaya başladı, oysaki akşam vaktine epey vardı. Karşıma kahverengi paltolu bir ihtiyar çıktı ve elindeki bastonu bana hedef alıp “Burada ne işin var?” dedi. Korkunç bir yüzü olmasına rağmen, kötü birisine benzemiyordu. Yutkundum ilk önce, ardından ağlamaya başladım ve bilmiyorum dedim. Kolumdan tutup beni yukarıya doğru sürükledi ve “Bu sahneyi izlemeye geldin öyle değil mi ?” diyerek bağırmaya başladı ardından gözleri yaşla doldu ve yüzüme baktı, “Sana bir sır vereceğim.” dedi. Büyük bir heyecanla gözlerinin içine baktım ve ne söyleyeceğini merak ettiğim için büyük bir sabırsızlıkla evet dedim dinliyorum ne söyleyeceksiniz? Dışardan sesler geliyordu ve burda olmaz diyip ateşi söndürüp ilerdeki kulübeye götürdü beni, kulübenin içinde yavru bir kuzu yatıyordu. Şömineyi yaktı ve kırmızı şarabı bardağına doldurdu, “Yaklaş!” dedi ve “Birazdan duyacakların seni pek mutlu etmeyebilir hattta tüm geleceğini alt üst edebilir.” dedi. Yaşımı sordu, henüz 13 yaşındaydım ve hayat toz pembe görünüyordu, herkese iyi niyetle gülümsüyor ve dünyanın bu kadar acımasız olabileceğini bilemiyordum. Benden bir yanıt bekliyordu ve bana tekrardan yaşımı sordu. 13 dedim, ardından “Daha çok gençsin.” dedi. Başladı konuşmaya: “Bak evlat, hayat çok acımasızdır, hep genç kalıp hiç ölmeyeceğini düşünürsün ama bir bakmışsın bardaktan boşalırcasına vaktin dolmuş ve benim gibi ihtiyar oluvermişsin. Amacım seni depresyona sokmak değil ama bazı şeyleri bilmende yarar vardır. Sana söyleyeceklerimi hiçbir zaman aklından çıkarma, ancak yaşamı kendine zehir de etme! Ben çok hastayım ve yakın bir zamanda göçüp gidebilirim. Şimdi beni iyi dinle, az önce dışarda bir şeyler yanıyordu, yanan benim geleceğimdi. Bunu kendi ellerimle yaktım ve hayatımı yaşayamadan göçüp gidiyorum bu dünyadan. Çoğu insan beni umursamaz ve kibirli zannetti, öyle de bilecek çünkü ben bunları sonuna kadar hak ettim. Yaşamım boyunca hep daha iyisi için çabaladım, kese kese altınlarım, erzaklarım, katlettiğim hayvanların postunu süs niyetine duvarıma astım, gel gör ki o varlık içinde olan kişi artık beş parasız ve kimsesiz. Köşkte yaşıyordum ben, orada mutlu bir evliliğim ve canımdan çok sevdiğim eşim vardı ama artık hiçbiri yok. Çünkü o köşkü kendi ellerimle yaktım, bunu ben yapmadım başkaları bana yaptırdı. Bana en ufak bir yararı dokunmayan dostlar edindim, yedirdim içirdim tüm sırlarımı anlattım ve gün geldi fazla fedakarlıktan vefasızlık gördüm. Öyle günler gördüm ki, benim sayemde yükselen insanlar benimle düşman oldu, en yakın arkadaşım eşimi benden ayırdı ve şu an mutlu bir hayat sürüyorlar, yanan köşk değil benim hayatım evlat!” içim yanıyor yutkunamıyorum, insanlar böyle acımasızdır işte! Benden sana öğüt; sakın mutluluğunu herkese anlatma, bir şeyler başardıysan sakın ola kimseye nasıl başardığını söyleme, söyleme ki onlar senin mücadele ile başardığın zorlukları emek göstermeden başaramasınlar çünkü bu sana ve senin gibilerine büyük bir haksızlık olur.” dedi ve karşıdaki duvarı işaret etti, orada küçük bir kutu vardı. “Kutuyu ben göçüp gittikten sonra aç!” dedi. Çok merak etmeme rağmen kutuyu açmadım ve kutuyu alıp eve geldim. Yemek yedikten sonra yanı başımda duran kutuyu sakladım ve gözlerimi kapadım. Rüyamda kara bulutların üstünde yürüyordum ve elimde ihtiyarın bana vermiş olduğu kutu vardı, kutunun kapağını açmaya çalıştığımda birileri beni dürtüyor gibiydi. Bağırma sesleriyle uykudan uyandım, dışarda insanlar bağırıyorlardı, “İhtiyar adam kendini evde ateşe vermişti. Her yer sis gibiydi, göz gözü görmüyordu ve gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Eve doğru yürüdüm ve kutuyu açmaya çalıştığımda içimden bir ses açmamam gerektiğini söylüyordu. Kutuyu yerine bıraktım ve yarın sabah vaktinde açarım düşüncesiyle tekrardan uyumaya çalıştım. Rüyamda ihtiyarı gördüm, bana bakıyordu elinde bana verdiği kutu vardı ve yüzüme bakıp al bu kutuyu aç dedi. Kutuyu açıp baktığımda kutunun içinde matruşka gibi bir kutu daha çıktı, dördüncü kutunun ardından kutuyu açmayı başardım. Kutunun içinde latince bir yazı yazıyordu. “Sisli Gelecek” tüylerim ürpermişti ve bu kadar gizemli bir kutunun içinden böyle küçük bir şeyin çıkmasını hiç beklemiyordum ancak bunun bir anlamı olmalıydı. İhtiyar adama bunun ne anlama geldiğini soracaktım ki uykudan uyandığımda sabah olmuştu. Büyük bir sabırsızlıkla kutuyu açtım, kutunun içinde buruşuk eski bir harita ve küçük bir anahtar vardı, harita eski tarihi bir yapıyı işaret ediyordu, uzun çaba sonucu nihayet o yapıya ulaştım. İçeri girdiğimde bir çobanla karşılaştım, yüzüme baktığı gibi benden kaçmaya çalıştı, küçük bir çukur vardı, oraya atladı ve ne olduysa o an oldu işte! Çukurun içinde bir kuzu vardı ve o çoban kuzuyla konuşuyordu, gözlerime inanamamıştım tüm bu olanlar karşısında korksam da ne konuştuklarını merak ediyordum, yağmur yağmaya başladı ve yağmur kokusu toprakla birleştiğinde gizemli bir koku oluştu, bu koku en son ihtiyarla konuştuğumuzda rutubetli kulübede olan kokuydu. Aşağıya doğru yürüdüğümde kimse yoktu, sonra ayağım bir bataklığa takıldı bir çukura daha düştüm. Orada epey zaman kaldım ve nice zorluklar gördüm, sonra kocaman bir sandık çıktı karşıma, sandığın kapağını elimdeki anahtarla açtım. Sandığın içinde hiçbir şey yoktu. O gün anladım ki bu dünyada emek göstermeden bir yerlere varmanın bedeli çok ağırdı, ihtiyar adam bana göçüp gittikten sonra acı bir gerçek bırakmıştı, bomboş bir sandık, bu sisli bir gelecekti, belki de geçmiş bir gelecekti.
ŞAHİN LATİFECİ