Toprak kokusunu duyunca elindeki fırçayı bırakıp başını kaldırdı Alp. Gözlerini çevresinde gezdirdiğinde bir anlığına iç sesi sustu. Zaman daha yavaş akmaya başladı ve hayranlıkla çevresini izlemeye koyuldu. Dikenlerle dolu tepeler göz alabildiğince uzanıyor. Uzaklardaki koca kaktüsler ışığın kırılmasıyla acımasız görüntülerini bırakarak rengârenk yumuşak bir örtü hissiyatı yaratıyordu. Güneş sanki her renk tonunu toprakta canlandırıyordu. Yalnızca rüzgârın yürüdüğü bu vahada yağmur, nadir ve değerliydi. Alp işini bırakıp üzerindeki kumları silkeleyerek kimsesiz topraklardaki bu anın tadını çıkarmak istedi. Çoğu öğrencilerinden oluşan ekibine işaret verdi. Hep birlikte malzemeleri toplayıp kazı alanının üzerini örttüler.
Yağmurdan sonra berrak bir güneş batışında çadırına girerek piposuna yerleştirdiği otları tutuşturdu. Ardından süzgeç kâğıdına yorgunluğunu alacak bir tutam kahve koydu. Kahvesini yudumlarken evrende ne kadar var olduğunu ve ne kadar yok olduğunu düşündü.
Alp, geceleri karavanının üzerindeki uyku tulumuna girip saatlerce gökyüzünü izlerdi. Bazen de bal rengindeki gözleri, teleskobunun göz merceğine kenetlenirdi. Dolunaya öylesine tutkusu vardı ki geceleri vücudunun bütünlüğünden sıyrılan ruhunun atmosfer tuvaline aktığı gibi gündüz de aklına kazıdığı görüntüleri kendi tuvaline akıtırdı. Toprağın renklerine hayrandı, paletindeki her renk de zaten toprağa aitti. Atı ile gezintiye çıktığında minik tepelerin katmanlarından kiremit, sarı, turuncu, lila, gri topraklar çıkarıyor. Birçok deneme sonrasında onu tatmin edecek renk tonlarına ulaşıyordu. Tabi bu tonların hepsi yine dolunayın muhteşem görüntüsüne yaklaşmak içindi.
Gün doğduğunda dudakları Atacama Çölü kadar kuruydu. Uyanır uyanmaz matarasını kafasına dikti. Karavan ile çadır arasında gerili olan ipteki kıyafetlerini alıp atına bindi. Her sabah yaptığı gibi kristal görünümündeki minik alkali gölde yüzüp ardından üzerine bir şişe tatlı su dökerek durulandı. Giyinip kazı alanına geri döndü. Bazı işler için civardaki yerleşim yerlerinden gelen Martina kahvaltıyı hazırlamıştı bile.
Bu işe başlayalı altı ay olmuştu. Martina’dan öğrendiği yerel dildeki birkaç basit cümleyi kurabiliyordu artık. Her yanlış telaffuzunda Martina utanıyor, pembeleşen yanaklarını gülmemek için kasıyordu. Kahvaltıda her zamanki gibi yanı başında oturan İngiliz asistanı Almira ile akademisyenlik hayatının çoğunu birlikte geçirdiği İtalyan kökenli yakın arkadaşı Zeno, Alp’in bugün durgun olduğunu fark ettiler. Aslında iki haftadır devam eden bulanık rüyaların etkisi yeni yoğunlaşmıştı. ‘’Şu göz hapsini bırakın lütfen. Bir şeyim yok.’’ Diyerek geçiştirdi Alp. Arkadaşları gülüşerek sohbetlerine devam ederken masadan kalkıp matarasını aldı ve kazı ekipmanlarının bulunduğu çadıra yöneldi. Malasını ve fırçasını alıp işine kaldığı yerden devam ederken parça parça hatırladığı rüyasını tamamlamaya çalıştı. Bir taraftan bileğini gömleğinin üzerinden kaşıyor bir taraftan rüyanın tümünü hatırlamaya kafa yoruyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan öğle yemeği vakti gelmişti. Boğazı kurumasa olduğu yerde kalmaktan memnundu. Üstelik hasır şapkası altındaki bez parçası da kurumuştu. Serinlemek için tekrar ıslatması gerekiyordu. Tam yerinden kalkacakken fırçanın son darbesiyle bir parçanın ucu gözüktü. Bu heyecan başını öyle döndürmüştü ki ihtiyaçlarını görmezden geldi. Kendisini bulduğu yer işte burasıydı. Bu toprak, bu kazı, bu fırça. Çocukluk hayalini gerçekleştirmiş olmak. Geçmişle bugün arasındaki perdeyi aralıyor olmak. Ailesinden kilometrelerce uzak olsa bile onu sarıp sarmalayan bu tutku!
Bu bölgede güherçile madenciliği yapılıyordu. Toprağın potasyumca zengin olması nedeniyle yer altından çıkan eşyalar doğal bir şekilde korunmuşlardı. Bu durum ayrı bir heves uyandırıyordu. Genelde bu topraklarda yaşamış olan kabilelerin kullandığı araç gereçlere rastlanıyordu fakat Alp’in gün yüzüne çıkarmaya uğraştığı eşyanın diğerlerinden farklı olduğu şimdiden anlaşılıyordu.
Alp ilk heyecanını atlattıktan sonra ekibe haber verdi. Herkes sevinç içinde parçanın çıkmasını bekledi. Telaşı ve hassaslığı arasında kilitlenip kalmıştı. İşin en zorlu kısmı da bu aşamada sabretmekti. Sonunda parçanın toprakla bağını kesti. Bu parça diğer eşyalardan çok daha önemliydi. Altından yapılma olan dövülerek yassı hale getirilmiş bu halkanın kol takısı olduğu düşünüldü. Alp parçanın kabartmalarını uzun uzun incelemek istedi ama ne zaman işaretleri analiz etmeye çalışsa gözü halkanın üzerinde bulunan mavi renkli taşlara kayıyordu. Bu taşlar kırlangıç şeklindeydi. Kırlangıçları gördüğü an rüyasındaki gökyüzünden düşen ölü kırlangıçları hatırladı birden.
Bir rastlantı olduğunu düşünüp olduğu yerden doğruldu. Saatlerce hareketsiz oturduğundan bacaklarının ve omuzlarının sızlamasını hissetti. Bileziği özenlice kutuya kaldırdı.
Dinlenmeye geçmeden elini yüzünü yıkamaya gittiğinde kaşınan bileğine su sürmek istedi. Gömleğinin kolunu sıvadığında gördüğü karşısında afalladı. Bileğini kaşımaktan tahriş etmişti ve kızarık kabartılar bilezikte gördüğü kırlangıç deseni ile bire bir aynıydı.
Kendisini bir süredir düşünceli ve bitkin hissediyordu. Bunun da ötesinde yıllar önce çok sevdiği eşini kaybettikten sonra geçirdiği gibi bir bunalımı tekrar yaşamaktan korkuyor tekrar aynı hislere gömülmekten çekiniyordu. Bir yandan geçmişi düşündüğünde hayatındaki her güzel şeyde onun ışıltısı bir yandan artık hayatında olmayışının zorluğu. Hiçbir şey yapmama isteği kanser gibi çoğu hücresine sirayet etmişti. Buna karşı koymaya çalışıp kendisiyle savaşıyordu. Elini kolunu bağlayan görünmez bir ip varmış gibi hissediyordu. Her soluğunda güçlü kaslarının yorgunluğunu hissettiren karanlık bir dumanla sarmaş dolaştı sanki. Tek çare yeniden umut etmesiydi. Yeniden kalbi filizlenirse o ışık tüm bedenine dağılacak tüm hücrelerini temizleyecek ve gözünün sönmüş ferini yerine getirecekti. Bu düşünceye inanmalı ve peşinden gitmeliydi.
Bileğindeki bu işaretin peşinden gitmeye değer bir filiz olduğunu anladı. Bu yüzden içinde korku yerine merak daha baskındı. Bu gizemin peşinden gitmekten başka bir şey düşünemiyordu.
Bu buluş üzerine arkadaşları akşam için küçük bir kutlama planlamışlardı. Ateş etrafında yenilen yemek sonrası Zeno gitar çalarken diğerleri şarkı söyleyerek ona eşlik ettiler. Almira‘nın Alp’e olan ilgisi Alp dışındaki herkes tarafından biliniyor Almira bunu umursamıyor ve davranışlarına açık ve kararlı bir biçimde devam ediyordu. Kazı alanında toz içinde bile olsa kızıl dalgalı saçlarının parlaklığı. Masmavi kararlı gözleri altında yanaklarının pembeliği içinde belli belirsiz çilleri. Narin burnu ve beyaz teninin solukluğuna inat kırmızı dudakları. O ipeksi gülüşü. Almira’nın önemsenecek bir güzelliği vardı fakat Alp kendini hiçbir yere ait hissedemiyordu.
Alp yalnız kalmak istese de arkadaşlarının ısrarı üzerine biraz daha aralarında bulundu. Ortamda konuşulanlara bile odaklanmakta zorluk çektiğini fark etti. Dinlenmek istediğini söyleyerek kalktı. Arkadaşları bu sefer kabul edip iyi geceler dilediler. Kampın çevresinde yürüyüş yaptıktan sonra çadırına döndü. Düşüncelerinden dolayı bitkin düşmüştü. Bunu iç sesi birden sustuğunda fark etti. Dışarıda yanan odunların çıtırtısı, gitar ve kahkaha seslerini duyuyordu elbette ama onun için sessizlik; düşüncelerinin oradan oraya yağmur gibi hızla savrulması yerine buz kristallerine dönüşüp havada asılı kalmasıydı. Zihninin berraklaştığını hissetti. Bu sessizliğe hayran kaldı.
Çadırına girdiğinde masanın üzerinde minik bir bohça gördü. Keten bezi açtığında kokunun ağırlaşmasından dolayı yüzünü buruşturup gözlerini kıstı. Ahşap bir çanak içinde ezilmiş bitki karışımına baktı baktı… Ne olduğuna anlam veremedi. Çadırın dışına koymaya karar vermişti ki sonradan Martina ile konuştukları geldi hatırına. Martina’nın bahsettiği bu karışımı aylardır bekliyordu. Martina bu karışımın tehlikeli sonuçları olabileceği konusunda uyarsa da Alp kulak asmadı. Martina bu karışımı sadece kabilenin kâhini tarafından yapıldığını ve zamanına da onun karar vereceğini söylemişti. Demek ki özel bitkilerden yapılma bu karışımı deneme zamanı geldi diye düşündü Alp.
Bitkilerden çıkan suyu süzdü ve bardağa aktardı. Bardağı ağzına götürmeye çalıştı. Kokusu o kadar kötüydü ki ilk denemede içmeyi başaramadı. Kararlı bir hamleyle hızlıca ağzına götürdü ve iki yudumda içti. Boğazı yandı. Öksürme ve öğürme isteğiyle eğilerek diz kapaklarını tuttu. Çevresinde bir yudum su aradı. Su içtiğinde boğazındaki yanma hissi hafifledi. Söylendiği gibi bohçanın yanına bırakılan tütsüyü yaktı. Üzerine rahat bir şeyler giydi. Ellerini ve ayaklarını yıkayıp yatağına uzandı. Rahatlamaya kendisini uykuya bırakmaya çalıştı. Diğer gecelerde uyumak için kıvranırken bu gece karışımın etkisinden olsa gerek vücudu ağırlaşmış ve göz kapakları kavuşmuştu.
Çok geçmeden bilinci bulanmaya başladı. Huzursuzluğu arttı. Ruhunu zapt etmekte zorlanıyordu. Rüyaya dalar gibi hissetti. Sanki bu his, daha önceden yaşadığı uçurumdan düşerken birden sıçrayıp uyandığında duyduğu yürek hoplayışı gibiydi tek farkı bir türlü uyanamıyordu. O hissi yaşamaya devam ediyordu. Bir süre sonra çadırını görmeye başladı. İlginç bir şekilde bunun rüya olduğunu biliyordu. Bu sefer bir değişiklik vardı. O anda yatakta yatan kendisini de görebiliyordu. Ruhu bedeninden daha yüksekteydi ve bir yanı geri dönmek bir yanı devam etmek istiyordu. Ruh ve bedeninin aralığı acı verecek kadar huzursuzluk veriyordu. Bir süre sonra kendisini biraz zorlarsa dönüp uyanacağını fark etti. Bir yanı da böyle bir özgürlüğü merak ediyordu.
İçindeki geri dönememe korkusunu bastırmayı başardı. Artık bedeninden ayrıldığını gördü.
Istıraplı anlar geçmişti. Böylesine huzur, coşku ve özgürlüğü hatırlayamayacağı kadar zaman önceleri tattığını biliyordu.
Çadırın dışına çıktığında alacakaranlıktaki cılız cıvıltıları duydu. Çadırın kapısından çıkmadan dönüp bedenine baktı. Bilincinde aceleci telaşı ve andaki huzuru durmadan çekişiyordu. Bir yanı bedeninden çok uzaklaşmak istemiyordu.
Kendini bilemiyordu. Yerde miydi, gökte mi? Aradığı neydi? Onu çağıran neydi? Gördükleri gerçek miydi? Bilemiyordu. Tüm duyguları birlikte yaşıyormuş ve hepsi birbirini dengeliyormuşçasına bir hisse kapıldı. Endişe, korku, heyecan… Bu duygular bedeni olmayınca bir işe yaramıyordu sanki. Ya hepsi birer sis perdesiydi ya da birine kapılıp gidemediğinden baskın hissedemiyordu. Tamamı boşlukta savrulan birer hiçliktiler. Çadırdan uzaklaşırken arkadaş topluluğunun oturduğu yöne baktı. Tek gördüğü müziğin küçük kıvılcımlarıydı. Yerde birkaç ölü kırlangıç gördü ve afalladı. İleriye baktığında ise mavi parlak küçük kırlangıcı fark etti. Kırlangıç ona doğru uçtu ve etrafında birkaç kez döndü. Sonra ileriye doğru uçtu. Sanki ondan kendisini takip etmesini ister gibi bir hali vardı. Bu çağrıya karşılık vermeliyim diye düşündü. Kırlangıcın peşinden gitmeye karar verdi. Kırlangıcın git gide parıltısı azaldı, hareketleri ağırlaştı. Işığı söndü ve tam düşecekken yakalamayı başardı Alp. Ellerinde çırpınışını ve ölüşünü izledi. Ölü bedenini yavaşça yere bıraktı.
Çevresinin aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlanmayla kuru toprağın yarıklarından çıkan her renkten daha cezbedici çiçeklerin açtığını gördü. Bu büyülü bahçedeki çiçeklerden bazıları daha parlaktı. Çiçekler sallandıkça parlak polenlerini etraflarına saçtılar, o polenler de birleşerek ışıltılı bir kırlangıç oluşturdular. Kırlangıcı takip etmesi gerektiğini biliyordu artık. Öyle de yaptı. Ne kadar yol geldiğini hangi tepeleri aştığını bilmeden devam etti. Ne de olsa yorgunluk hissetmiyordu. Bir süre sonra kırlangıcın parlayıp söndüğünü, tuhaf şekilde uçmaya başladığını fark etti. Bir noktada sabit kalmış yukarı aşağı doğru uçmaya başlamıştı. Bir süre sonra kuş kendisini yere çarparak parlak polen tozlarına dönüştü. Alp ne yapacağını nereye gideceğini bilemiyordu. Zamanın nasıl aktığını kestiremiyordu ama aleyhinde olduğunu biliyordu. Polen tozlarını birleştirmek tekrar bir işarete kavuşmak istedi. Toprağa dokunduğunda ise içini anlayamadığı bir özlem kapladı. Toprağın altındaki tanıdık bir varoluşu, en derinlerinde hissedebiliyordu. Bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. Kulağındaki uğultular, göğsündeki darlıktan özgür olmak; var olduğu her yeri terk etmek istiyordu. Başını kaldırdığında ayın ilk hali olan Ayça ve Venüs’ü bir arada gördü. Venüs’ü hiç bu kadar büyük ve berrak görmemişti. Çevresine baktığında tüm polenlerin birleşip parlak birer kırlangıç olduklarını gördü. Ardından tüm kırlangıçlar yere çakılarak söndüler. Çevresinde ne ahenk kalmıştı ne de çiçek. Uğultular devam ediyor yerdeki küçük kayaç parçaları titreşerek etraflarında daireler çiziyordu. Bu gezintiye bağlandıkça gerçek hayatındaki anılar bir bir sönüyordu. Ay Vadisi’ne gelmesi, bu olayları yaşaması ne kadar yavaşsa da çadırındaki yatağında gözünü açması sadece bir anlıktı.
Yanında Martina’yı bulduğunda şaşkınlığıyla beraber nefesini düzenleme çalıştı. Boncuk boncuk terlemiş, ağır bir baş ağrısıyla uyanmıştı. Zihni karmakarışıktı. Neler olduğunu mantıklı bir çerçeveye oturtmaya çalışıyordu. Martina’nın meraklı bakışlarını fark etti. Uzatılan çayı içerken kulağına hala arkadaşlarının sesleri geliyordu. Saatine baktığında afalladı. Arkadaşlarının yanından ayrılıp çadırına girmesinden bu yana sadece on dakika geçmişti. Her şey bir rüyadan mı ibaretti diye düşündü. Ne yaşadığını anlamaya çalışıyordu. Oysa her şeyin gerçek olduğuna yemin edebilirdi. Ay Vadisi’ne hiç gitmemiş miydi? Bu süre içinde oraya gitmesi mümkün değildi. Ay Vadisi ile kamp alanı arasında en az bir saatlik mesafe vardı. Olduğu yerde doğrulup Martina’ya gördüklerini anlattı. Alp anlattıklarının ardından Martina’nın yüzünde bir değişiklik, farklı bir ifade bekledi ama bulamadı.
Martina, Alp’in anlattıklarını gayet olağan karşılıyordu. Alp anlattıklarını bitirdiğinde Martina ona bir seyahate çıktığını ve gördüklerinin gerçek olduğunu söyledi ve gözleri dolarak anlatmaya devam etti.
-Kabilemizin kadim insanları su ve besin kıtlığı çektikleri yıllarda tanrılara en fazla on yaz görmüş en büyük kız çocuklarını kurban olarak sunarlarmış. Kabile yerleşiminden uzaklarda bir mağaraya kapatırlarmış. Bu yüzden kız çocuklarına on yaşına kadar isim verilmez o seneye kadar mağaraya bırakılmazlarsa isim verilirmiş. Tanrılara sunulan kız çocuklarına Venüs’ün konumuna göre bir mağara seçildiği için Venüs Kızı denilirmiş. Seni kendine çeken masum bir çocuğun yakınlardaki mezarı olmalı. Çok uzun süredir hiçbir kâhinimiz yolculuklarında Venüs Kızları’na rastlamamışlardı.
Beni seçme nedeni nedir?
–Buna net bir yanıt veremem oğlum. Benim düşüncem toprakla kurduğun bağ olabilir. Toprağa akıttığın hüzün ve özlem Venüs Kızlarından birini uyandırmış olabilir. Neden seni seçtiğinden çok sana ne anlatmak istediğini düşünmelisin.
Martina şefkatle gülümseyerek Alp’in omzuna dokundu.
-Ölen kırlangıçlar için çok üzüldüğünü ve ne yaparsan yap geri getiremediğini söyledin. Sonra yeniden oluştuklarını gördüğünde rahatladığını ve yaşamın bir şans olduğunu söyledin.
-Venüs Kızı sana yaşam mucizesinin senin için devam ettiğini ve bu şansı iyi değerlendirmen gerektiğini hatırlatmış olmalı.
-Peki, o kırlangıçlar ne anlama geliyor?
-Çocuklar yaşama dair akıllarında kalan en güzel işareti kullanır. Venüs Kızı’nın hayatta en sevdiği şey kırlangıçlar olmalı.
– O yaştaki çocukların en sevdikleri anneleri olmaz mı?
-Kabiledeki erkek çocukları için durum öyleymiş evet ama kendilerinden koparılma ihtimali olduğu için anneler kızlarıyla on yaşına kadar derin bir bağ kurmazlarmış. Üstelik kurban olarak seçilen çocuk annesine onu korumadığı için içten içe kızarmış.
Alp duydukları karşısında ne diyeceğini bilemiyor kendine gelebilmesi için kahve yapmaya çalışıyordu. Aklında birçok soru vardı ama zihni çok bulanık olduğu için düşüncelerini toparlayıp soramıyordu.
-Zor bir gece geçirdin. Dinlenmelisin. Diyerek çadırdan ayrıldı Martina. Alp kafasını eğerek iyi geceler diledi.
Venüs Kızı gerçek miydi? Tekrar aynı yere gitse aynı şeyleri hisseder miydi? Sabaha kadar uyuyamadan bunları düşündü. Rüya varsaydığı yaşadığı her neyse gördüklerini unutamıyor. Her adımını hatırlıyordu. Güneş doğduğunda Ay Vadisi’ne gitmeye karar vermişti.
Günün ilk ışıklarında yola çıkmak için hazırlık yaparken yanına yaklaşan Almira’yı son anda fark etti. Dalgınlığından mahcup olarak Almira’nın ona eşlik etme teklifini kabul etti. Almira’ya elini uzatıp onu yukarı doğru çekti. Almira ata bindikten sonra Alp’in beline sarıldı. Almira’nın nereye gittiklerine dair bir fikri yoktu. Sormadı da gözlerini kapatarak bu anın keyfini çıkarmaya çalıştı. Ay Vadisi’ne yaklaştıklarında Alp attan indi ve Almira’nın da inmesine yardım etti. Atın yularından tutarak yürümeye başladılar. Alp daha önce buraya geldiğine emindi. Geçtiği yolları tanıyor, şaşkınlık içinde etrafına bakıyordu. Almira sessizliği bozarak ‘’Aradığımız bir şey mi var? Buraya çalışmamızla ilgili bir tespit için mi geldik? Sorularını sordu. Alp’in söyleyebilecek mantıklı bir cevabı yoktu. Ne diyecekti sahi? İlginç bulduğum ve başta inanmadığım bir karışımla eğleneyim derken astral seyahat dedikleri olayla bir mezar keşfettim. Üstelik bu mezar ölüme terkedilen küçük çocuklardan birinin mezarı. Beni nereden buldu? Bana anlatmaya çalıştığı ne? Bu sorulara cevap arıyorum. Bunları dediğini düşündü ve başını sallayarak gülümsedi kendi kendine. Almira sorduğu soruların cevapsız kalmasına alışıktı. Alp’i çok iyi tanıyordu ve Alp’in soruyu kendi iç dünyasında cevaplayıp kafasında çoktan başka konular açtığını iyi biliyordu. O yüzden aldırış etmedi.
Biraz daha ilerlediklerinde Almira gördüğü çiçeklere hayran kaldı. Elini kurumuş toprakta gezdirdi. Çatlaklardan fışkıran çiçeklere dokundu. Alp gittiği yönleri ve adımlarını düşünüyor. Kırlangıcın işaret ettiği mezarı bulmaya çalışıyordu. Her yer aynı görünüyordu bundan sonrasını hatırlamakta güçlük çekiyordu. Sıcaktan korunmak için yere iki kazık çakarak bir örtü gerdi. Çantasından matarasını çıkardı. Almira’ya da kahve ikram ederek. Kafasının içinde dönüp duran düşüncelerle Almira’nın yanına gölgeliğe oturdu. Buraya kadar diye düşündü. Yaşadığım neydi asla bir cevap bulamayacağım! Bir süre bu konuyu düşünmeyi bırakmaya karar verdi. Almira ile sohbet ettiler. Uzun zamandır ilk defa kendini rahat hissediyor. Sohbetten keyif alıyor yüzü gülüyordu. İki saatin bu kadar çabuk geçmesine inanamadılar. Çevrelerine baktıklarında güneşin yükselmesiyle çiçeklerin yanıp solduğunu gördüler. Bu sayede Vadi, Alp’e daha tanıdık gelmeye başladı. Titreşip daire çizen taşların izlerini gördüğünde gözlerine inanamadı Alp. Kafasında rüyadan ibaret diye örtmeye çalıştığı her şeyin gerçek olduğunu ve gece aynı yerde bulunduğunu düşündüğünde kısa süreliğine panikledi. Hemen Ay Vadisi’ni terk etmek istedi fakat merakına yenik düştü. Almira’ya bu kayanın arkasında antik bir mezar olduğunu düşündüğünü söyledi. Hatırladığı noktaya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ufak bir tepenin önünde duruyordu. O sırada Martina ile konuşmasını hatırlayarak buranın aslında bir mağara olabileceğini düşündü. Önündeki taşları oynatmaya çalıştı. Aynı anda ‘’Mağarayı açmayı gerçekten istiyor muyum?’’ Diye düşündü. Bilimsel bakış açısı ile ona gelen işaretler çelişiyordu aklında. ‘’Yaşadıklarım bir rastlantıdan veya rüyadan ibaret değildi. Burada her ne varsa keşfetmem gerekiyor’’. Diye geçirdi aklından. Mağaranın girişindeki kaya kaldıramayacakları kadar ağırdı. Kayanın eninde bir eğim yapmaya karar verdiler. Almira, yanlarında getirdiği malzemelerle kuru toprağı kaldırıyor. Alp ise toprağı kovaya doldurup birkaç metre öteye boşaltıyordu. İşleri bittiğinde heyecandan ve hızlı çalışmaktan soluk soluğa kalarak oturdular. Su içme ihtiyaçlarını giderirken göz göze geldiler. Alp’in gözündeki perde kalkmıştı adeta. Almira’nın yüzü ile yüzünü okşayan güneş ışınları çizmeye değer güzellikte diye düşündü. Sonra düşündüğüne inanamadı tekrar bir kadının resmini yapmak düşüncesi mi? Almira ayağa kalkıp üstünü silkeledi. Kayayı yerinden oynatmak için biraz fizik bilgisi yetiyordu. Alp onu izlemeye devam ettiğinde ne yapmak istediğini anlayıp bir kazık da kendisi aldı.
İnce bileklerine rağmen direnmesi ve mücadeleci ruhuyla vazgeçmemesi Alp’te hayranlık uyandırdı. Gölgelik için kullandıkları metal kazıkları kayanın arkasındaki boşluğa sokarak kayayı oynatmayı başardılar. Böylece kaya, rampadan aşağı birkaç adım yuvarlandı. Kayanın arkasında düz bir duvarla karşılaştılar. Geçidin girişinin burası olduğunu konuştular. Alp elini duvarın üzerinde gezdiriyor bir kol veya bir boşluk arıyordu. Bu sırada Almira, duvarın ortasında bir şekil fark etti. Aslında içine dolan toz sertleştiğinden fark edilmesi oldukça zordu. Sevinçlerini birbirlerine sarılarak ifade ettiler. Almira eline aldığı fırçayla halkanın içini temizlemeye başladı. Ne kadar zorlasalar da kayadan bu kapıyı aşamadılar. Alp elini halka şeklinde oymanın üzerinde gezdirirken gözü bileğinde oluşan kırlangıç kabartılara takılmıştı. Heyecandan dolayı sesini ayarlayamayarak ‘’ Bu bir kilit, anahtarı da önceden gün yüzüne çıkarmıştım.‘’ dedi. Almira şaşkınlık ve heyecanla gülümseyerek ‘’Zaman kaybedemeyiz. Kamp alanına gidip anahtarı getirmeliyim.’’ Derken ata doğru yürümeye başlamıştı bile. ‘’Ben gelene kadar başka bir giriş var mı bakar mısın?’’ Alp kafasını salladı.
Almira’nın gözden kaybolduğu ana kadar arkasından bakakaldı. Bana ne oluyor diye düşünürken tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Ardından göz kapaklarına bir ağırlık geldi. İçi buruldu sanki gövdesinde koca bir taş varmış gibi dizleri titreyerek yere oturup mağaranın duvarına yaslandı. Dün akşamdan beri bir şey yemediğini fark etti. Herhalde o yüzden bitkin düştüm diye düşündü. Kollarını kendisine sararak dizlerini kendine doğru çekti. Kafasını arkaya yasladığında gözlerini kapattı. Bu sefer gece yaşadığı histen farklıydı. Dünyanın tüm huzuru o ana dolmuştu. Elini tutan kadınla en güzel çimlerde koşuyor, en temiz sulara dalıyor ve en güzel kahkahaları atıyordu. Gökteki yıldızların göğde dönmeye başladığı andan beri ruhlarının birlikte dolaştığı hissiyatını yaşıyordu. Birbirinden farklı doğayı yaşadığı bu kadının kim olduğundan o kadar emindi ki zihninde varlığını tadıyor onda öğütülüyordu. Ellerini kaldırıp yüzünü avuçlarının içine aldı. Almira diye fısıldadı. Tam o anda duyduğu lavanta kokusu ile gözlerini açtı. Ekip çevresinde şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Sonunda Alp’i uyandırmayı başardılar. Almira sandviç ve içecek bir şeyler uzatarak ‘’Bunları bitirmeden kutuyu vermeyeceğim.’’ Dedi. Alp gülümseyerek teklifini kabul etti. Kendisini gördüğü rüyanın etkisinden çıkarmayı başaramasa da odaklanmak için çaba sarf ediyordu. Almira ve Alp halka kilidi temizliyor, geriye kalan çalışma arkadaşları iş bölümü yaparak kamp kurup kazı alanı için ortam araştırması yapıyorlardı. Akşam çökmeden kapıyı açmayı umut ederek var güçleriyle çalışmaya başladılar. Saatler sonra ince iş bitmişti. Anahtarın oturacağı halka temizlenmişti. Artık yapılması gereken belliydi. Alp kutudan altın halkayı çıkararak özenle oyuntuya yerleştirdi. Merakla bir değişiklik meydana geldi mi diye kapının etrafına göz gezdirdiler. Herkes işini bırakıp kapıya kenetlenmişti. Halkayı takmalarıyla birlikte oyuntuda içeri giren tırnaklar bağlantılı oldukları kirişleri çekerek bu koca kapının kilidini açmıştı. Birbirine bağlı kaya şeritlerden oluşan böyle bir düzeneğin yüzyıllar önce yapılmasını hayretler içinde karşıladılar. Kilitler açılmış kapı yerinden oynamış koca bir sütun bağımsız olarak orda öylece duruyordu. Halatları kapının üstündeki boşluklardan geçirerek atlar yardımıyla kapıyı üstten çekerek düşürmeyi başardılar. Beklenen an gelmişti. Toz bulutu kaybolduğunda mağaraya girmek için hazırlık yaptılar. Araç gereçlerini yanlarına aldıktan sonra dar bir tünelden ilerlemeye başladılar. Etrafta çok fazla toz vardı ve içerdeki hava çok ağırdı bu yüzden koruyucu maskelerini takarak devam ettiler. Fenerin ışıkları duvardaki siyah ve kırmızı boyar maddelerle yapılmış boynuzlu hayvana benzer figürler, el izleri ve sarmal dairelerde geziyordu. Bu koridor tek bir odaya bağlanıyordu. Bu ufak odanın duvarındaki oyukların içlerinde de duvarlardaki resimlerden vardı. Ayrıca oyulmuş sunaklarda yıllar içinde nemden dolayı kayaçlaşmış olan testilerin içindekilere baktıklarında bunların tohum olduğunu düşündüler. Testi içindeki tohumlardan laboratuvara gönderilmek üzere numune alındı. Odayı daha fazla aydınlattıklarında gözlerine inanamadılar. Bir oyuntuda dizlerini karnına çekip kendisine sarılmış bir kız cesedi buldular. Saçları iki yandan örülmüş bu çocuğun vücudu mağaranın oluştuğu kayaç özelliğinden ve nemin fazlalığından dolayı bugüne kadar korunmuştu. Üzerindeki kıyafetler, boynuna asılan takılar, korunmuş bedeni ve ölmeden önceki yüz ifadesi… Ona bakan gözler her seferinde farklı bir ayrıntıya takılıyordu. Böylesine bir keşfin örnekleri çok azdı. Ekip çok heyecanlıydı. Çok yorgun olmalarına rağmen dikkatlerini bu olağanüstü keşiften ayıramıyorlardı.
Alp ise allak bullak olmuştu. Hayatının dönüm noktasında ve hatta yeni hayatının başlangıcında duruyordu. Venüs Kızı ona hala peşinden gidilebilecek bir ışık olduğunu ve hayatın dalgaları arasında sürüklenmektense içindeki potansiyelin farkına varıp dümeni eline alabileceğini göstermişti. Buraya onu adım adım çeken güç hem bu keşfin gururunu yaşatmıştı hem de artık bakışlarını bile değiştiren bir umut ve aşk vermişti. Ona gönderilen kırlangıç yeniden umut etmesi için güç, üzerindeki karanlıktan kurtulmak için rehber olmuştu. Alp elini mağara duvarına koyarak bundan sonraki hayatını yaşamın değerini daha iyi bilerek ve umut filizini hep canlı tutarak geçirmek için kendisine ve Venüs Kızı’na söz verdi.
Ayça FIRAT BİNZET