

Taha Ayyıldız
Tuna İzmir’in Bozyaka semtinde arkadaşları ile Bisiklet yarışı, koşu yarışı ve ardından Mahalle maçı yaptıkları güzel bir günün sonunda arkadaşları ile birlikte Eşref amcanın seyyar turşu tezgahına yaklaştıkları vakit cebinde nenesinin ona verdiği 10 lirayı farkettiğinde minnetle gülümsemişti. Çünkü daha sabah nenesi Elif onu marketten Klorak almaya yolladığında dönüşte paranın bir kısmını ona vereceğini içten içe biliyordu. Nitekim öyle de ve şimdi Tuna turşucu Eşref amcasından bir bardak acılı turşu suyunu isterken arkadaşlarına karşı da gururlanmıyordu değildi. O sıralar 12 yaşlarında olan Tuna için Eşref amcası bir süper kahraman gibiydi hatta belki de dünyadaki en önemli işlerden birini yapıyordu. Tuna ne o gün ne de o günden sonra ne o turşu suyunun tadını unuttu ne de Eşref amcasını. Mahalle maçında oynadıkları ufak tefek taşlı zeminin ona dev bir stadyum yanılsaması verdiğini ya da ufak Mahalle parklarının da kocaman bir oyun parkuru izlenimi vermesi paradoksunu yıllar içinde çözebilmişti ama ne Eşref amcasını unutabilmişti ne de o turşu suyunun verdiği enfes hazzı.
O gün Bozyaka’nın tozlu, güneşin vurduğu asfaltı, Tuna’nın ve arkadaşlarının nefes alıp verişleriyle, lastiklerin sürtünmesiyle ısınıp titremişti. Üç arkadaş, Ali, Serkan ve Tuna, o yaz günlerini Bisiklet Olimpiyatları ilan etmişlerdi. Mahalledeki yokuşlar Venedik rampası, düzlükler ise Paris Champs-Élysées’siydi onların gözünde. Bisikletten inip, parkın etrafındaki üç turu tamamlama sözüyle girdikleri koşu yarışında, ciğerleri göğüs kafeslerini patlatacak gibi olmuştu. Koşu bittiğinde, her birinin yüzünden akan ter, o günün ne kadar “gerçek” olduğunun somut bir kanıtıydı. Ne bir filtre, ne bir simülasyon, ne de bir beğeni tuşu vardı bu yorgunlukta; sadece vücudun saf biyolojik tepkimesi ve başarının o anlık, yutulabilen tatmini vardı.
Ardından gelen mahalle maçı, zaten tamamen kaosa ve dayanıklılığa bağlı bir sanattı. Kaleler, yan yana konmuş iki büyük taş parçasıydı. Üzerindeki minik çakıl taşları, her top sektirişte yön değiştiriyor, her düşüşte dizleri kanatıyordu. Bu zemin, Tuna’nın yıllar sonra çözdüğü paradoksun ta kendisiydi: En zor koşullar, en büyük yanılsamayı yaratırdı. O taşlı zemin, sadece bir saha değil, binlerce taraftarın hayali uğultusunun yankılandığı dev bir stadyumdu. Vücutları acıdan uyuştuğunda, zihinleri o acıyı bir şampiyonluk coşkusuna çeviriyordu.
Maç bittiğinde, saatler süren bu fiziksel tüketimin ardından, arkadaşlarının zihinlerinde tek bir hedef belirmişti: Eşref Amca’nın Tezgahı.
Eşref Amca’nın seyyar tezgahı, mahallenin tam göbeğinde, bir medeniyet ve lezzet durağıydı. Paslanmaz çelikten yapılmış, her daim parlayan tezgahın üzerinde, sayısız cam kavanoz güneş ışığını kırarak turuncudan yeşile, kırmızıya uzanan bir renk cümbüşü yaratırdı. Hıyar turşuları kütür kütür, lahana turşuları bembeyaz ve biber turşuları ise tehlikeli bir parlaklıkla parlıyordu. Ama esas sihir, tezgahın kenarındaki büyük sürahideydi: Turşu Suyu.
Tuna, cebindeki 10 liranın varlığını hatırladığında hissettiği gururu tarif edemezdi. Bu, tamamen kendi çabasıyla, nenesinin görevi olan Klorak alışverişini yapmasının somut bir ödülüydü. Bu para, biriktirilmiş, hak edilmiş ve şimdi, bu yorgunluğun zirvesinde, bir ihtiyacı gidermek için kullanılacaktı. Dijital dünyada “kazanılan” sanal ödüllerden, beğenilerden ya da online indirim kodlarından bin kat daha gerçek, avucunun içinde hissedilebilen bir özgürlüktü.
Eşref Amca, her zamanki gibi güler yüzüyle, beyaz önlüğü ve pamuklu şapkasıyla tezgâhın arkasındaydı. O, sadece turşu satmıyordu; o, çocukların bitmeyen enerjisini, terini ve yorgunluğunu, anında mutluluğa çeviren bir simyacıydı.
“Aman Tuna, Aslanım benim! Bugün de yakmışsın buraları. Acı mı olsun, tatlı mı?”
Tuna, nefes nefese: “Acılı olsun Eşref Amca. En acılısından. Şunun tadı damağımdan bir daha gitmesin!”
Turşu suyunun o ilk yudumu… Keskin, soğuk, ekşi ve yakıcı acının dille buluştuğu an. Sanki bütün vücudundaki damarlar açılıyor, kaslarındaki laktik asit bir anda bu tuzlu, sihirli sıvı tarafından süpürülüyordu. Bu, gerçek bir deneyimdi; fiziksel bir emeğin ardından gelen, beş duyuyu da harekete geçiren, hiçbir sanal zenginliğin yerini alamayacağı bir haz. Tuna, o an Eşref Amca’nın gerçekten bir süper kahraman olduğunu düşündü; çünkü o, sadece turşu suyu satmıyor, yaşam enerjisi dağıtıyordu.
Tuna’nın anne ve babası memur oldukları için oğullarının eğitimine önem vermişler Tuna da bu duruma kayıtsız kalmamış o da elinden geleni yapmış önce iyi bir liseyi kazanmış ardından İzmir’deki Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleşmeyi başarmıştı. Gerçi Tuna Bilgisayar Mühendisi olmak istiyor muydu ya da ne istediğini biliyor muydu diye sorsanız muhtemelen alacağınız cevap hayır olurdu ancak o zaman da bu zaman da gençlerin Üniversite tercihlerini belirleyen birincil değişkenler büyük oranda aldıkları puan ve yakın çevresinin telkinlerinden daha fazlası değildi.
Bu tercihte Tuna’nın iç sesi, Eşref Amca’nın turşu tezgahından çok uzakta bir yerdeydi. Bilgisayar Mühendisliği, o dönemin ve ailesinin gözünde güvencenin, geleceğin ve refahın garantisiydi. Tuna, bu kararı verirken heyecanlanmaktan çok, bir görevi yerine getirmenin rahatlığını yaşıyordu. Bilgisayarın büyülü dünyasına girmek, ona o günlerde bir kapı açıyormuş gibi geliyordu; bilgiye erişimin kolaylaşacağı, dünyanın daha eşitlikçi bir yer olacağı o Bilgi Toplumu hayali. Bu hayal, ne kadar mantıklı ve parlak olursa olsun, Eşref Amca’nın tezgahındaki o somut, keskin an kadar doyurucu değildi. Ancak kim, 18 yaşındayken, doygunluk yerine kariyeri seçmezdi ki? Ailesi mutlu, çevresi gururluydu. Bu, yeterliydi. Şimdilik…
Tuna ailesinin desteği ve kendi düzenli çalışmasıyla Üniversiteden hiç de fena olmayan bir ortalamayla mezun olmuş ve elı yüzü düzgün bir firmanın Bilgi işlem departmanı sorumlusu olarak göreve başlamıştı. Eşi Derya ile de orada tanışmışlar ve çok da uzun olmayan bir sürenin ardından hayat arkadaşı olmuşlardı. Oğulları Ahmet de dünyaya geldikten sonra hayatları daha bir güzelleşmişti.
Tuna’nın üniversitede edindiği bilgi birikimi ve düzenli çalışma ahlakı, onu mezuniyet sonrası iş hayatına kolayca adapte etmişti. Kurumsal bir yapının, bilgi akışını yöneten kalbinde, Bilgi İşlem Departmanı Sorumlusu pozisyonunda görev yapmak, ona bir tür kontrol illüzyonu veriyordu. Hayatında bir düzene ve mantığa ihtiyacı vardı; bilgisayar sistemleri de tam olarak bunu sunuyordu: her girdi, öngörülebilir bir çıktıya sahipti.
Derya ise, aynı şirketin İnsan Kaynakları departmanındaydı. Tuna sistemlerin mantığına odaklanırken, Derya insan ilişkilerinin, duygusal girdilerin ve öngörülemez sosyal dinamiklerin yöneticisiydi. Tuna’nın sistemli, bazen ketum yapısı ile Derya’nın sosyal ve akışkan karakteri birbirini tamamlıyordu. Onların tanışması, sanal bir arayüzün hemen yanında, öğle yemeği sırasında, Tuna’nın bilgisayardan bahsederken yüzünde beliren nadir tutku anlarından birinde gerçekleşti.
Derya, Tuna’nın heyecanla anlattığı, dünyanın bilgiye erişimle nasıl daha eşitlikçi bir yer olacağı vizyonuna inanmıştı. Evlilikleri, bu ortak iyimserlik üzerine kuruldu. Tuna, dijitalleşmenin daha müreffeh hem de daha eşitlikçi bir dünyaya kapılar açabileceğini öngörüyordu. O, bilgisayarların sadece makine değil, Bilgi Toplumu dünyasının anahtarı olduğuna içten içe inanıyordu.
Yıllar yılları kovalamıştı Tuna artık neredeyse 40 yaşına gelmişti. Eski günler geride kalmış Tuna değişmiş, mahallesi değişmiş, İzmir değişmiş, ülkesi değişmiş hatta dünya değişmişti.
Çocukluğunda mahallede arkadaşları ile jeton alarak oynadıkları Atari salonları, somut gürültü ve metalik jeton kokan bir sosyallikti. O salonlarda yaşanan rekabet, el sıkışarak veya omuz atarak çözülürdü. Ardından, bilgisayar ekranında ilk kez gördüğü mayın tarlası oyununu ilk kez gördüğünde yaşadığı şaşkınlık, Tuna için bir kırılma anıydı. Sanal bir tehlike, sanal bir patlama ve sanal bir başarı. Artık rekabet, dijital bir arayüze taşınmıştı.
Hemen ardından gelen ve herkese komik de gelen Nokia’nın araba takozu olabilecek estetikteki ilk telefonları, o günlerin iletişim devrimiydi. İnsanlar, artık sadece bulundukları yere değil, bir ağa bağlıydı. Herkesin müptelası olduğu yılan oyunu ise, o minik ekranlarda sonsuzluğun peşine düşülen ilk dijital meditasyon şekliydi. Tuna, bu gelişmeleri bilişim alanında olduğu için heyecanla karşılıyordu. Bu, onun kariyeri, ilgi alanı ve vizyonuydu.
Ancak Tuna, hızla somut gerçeklikten dijital gerçeklik karadeliğine doğru çekildiğimiz olgusunun ne kadar farkındaydı dünya bilmek pek de mümkün değildi. Tuna için bu, sadece ilerlemeydi. Oysa, mahalledeki taşlı zemindeki dev stadyum illüzyonu, şimdi cep telefonunun minik ekranında yılanın büyüdüğü sonsuzluk illüzyonu ile yer değiştirmişti. İkisi de bir yanılsamaydı; ama biri ter kokuyor, diğer ise elektrik sinyali taşıyordu.
Yıllar ilerledikçe Bilgisayarlar her yeni nesilde daha etkileyici olmaya başlamış, cep telefonları ise neredeyse devrim sayılabilecek bir teknoloji ile akıllı telefon teknolojisine evrilmişti. 2000’li yılların başında cep telefonu ile fotoğraf ve video çekilebilmesi imkanına kavuşulması karşısında neredeyse herkesin nutku tutulmuştu. Artık anı yaşamak yerine, anı kaydetmek ve paylaşmak öncelikli bir eylem haline gelmişti.
Ardından ilerleyen internet teknolojisinin cep telefonlarına adaptasyonu sonrasında artık her türlü işlemi yapabileceğiniz daha doğrusu artık onsuz yapamayacağınıza inandığınız dijital bir hazine, her yeni sürüm ile hem çevrenize hava atabileceğiniz hem de fakir görünmemek için tüm limitlerin zorlanabileceği bir lüks eşyası konumuna yükselmişti. Telefon, artık bir iletişim aracı değil, kişinin sosyal kredi kartı ve kimliğinin bir uzantısıydı.
Bilişim Teknolojilerinin bu denli gelişmesi neticesinde Tuna ve ailesinin de refah durumu buna paralel gelişim gösteriyordu. Artan maaşı, daha iyi bir semtteki evleri ve tabii ki son model akıllı telefonlar… Tuna, dijitalleşmenin getirdiği maddi refahı yaşıyordu. Ancak bu refahın, Eşref Amca’nın turşu tezgahından aldığı o basit hazzı yutmaya başladığını fark edemeyecek kadar meşguldü.
Ancak Tuna’nın anlam dünyası benzer gelişimi gösteriyor muydu bundan pek emin değildi.
Evet, dijital dünyada ağlamak istiyorsanız bir film ya da dizi izleyebilirdiniz. Çocukluk ya da gençliğinizden duygusal bir şarkı size aradığınız hissiyatı bir müddet yaşatabilirdi. Hatta bu eski şarkıcı ile bir fotoğraf çektirip ne denli içli birisi olduğunuzu da sosyal medyaya ilan edip gelen yorumlarla ve beğenilerle bu inancınızı pekiştirebilirdiniz. Duygu, artık bir içsel deneyim değil, dışsal bir onaylanma sürecinin girdisiydi. Tuna, bu durumun hızla yayılması karşısında şaşkınlık ve hafif bir huzursuzluk duyuyordu. Çocukluğunda hissettiği saf coşku ve terin tadı, şimdi bir butona basılarak uyandırılan, geçici ve yüzeysel duygularla kıyaslanamazdı.
Ne zaman ki oğlu Ahmet’in ilk adımlarını kaydetmek yerine, sadece izleyip o anın tadını çıkarmak istedi, Derya’nın “Ama Tuna, anı nasıl saklayacağız? Paylaşmamız lazım!” uyarısıyla karşılaştı. İşte o an, Tuna, zenginleşen refahıyla birlikte, kaybettiği bir şeyin olduğunu derinden hissetmeye başladı. O şey, anı kaydetmek değil, anı yaşamak yeteneğiydi.
Tuna, bilgi teknolojilerinde uzmanlaştıkça, dijital dünyanın mantığıyla gerçek dünyanın duygusal kaosu arasındaki uçurum derinleşiyordu. Bir Bilgi İşlem sorumlusu olarak sistemleri yönetiyordu; ama kendi evliliğindeki ve duygusal hayatındaki sistem hatalarını’ çözemiyordu. Tuna’nın anlam dünyası, refahıyla paralel gelişim gösteriyor muydu, bundan artık hiç emin değildi.
Bir yakınınız öldüğünde ya da evladınız dünyaya geldiğinde daha bunun idrakine bile varamamışken bunu sosyal medyada paylaştığınızda en derinlerinizde! hissettiğiniz keder ve mutluluk duygusunu dijital dostlarınız sayesinde derinlerden çıkıp yüzeye ulaşması sayesinde bu duygularınızın farkına varmanız neticesinde kendinizi daha iyi hissedebilirdiniz.
Bu durum, Tuna’yı içten içe kemiriyordu. Bir gün, yıllardır görmediği eski bir lise arkadaşının vefat haberini sosyal medyadan öğrendi. Arkadaşının eşi, haberin hemen ardından, acısını tarif eden, siyah-beyaz bir fotoğraf ve altına uzun bir veda metni eklemişti. Yorumlar ve beğeni sayısı saniyeler içinde binleri aşmıştı.
Tuna, o an kendi duygusunu aramaya çalıştı. Üzüldü mü? Evet. Ama bu üzüntü, önce telefondaki bildirimler ordusundan süzülerek gelmişti. Kendi anısı ve acısı, ekranın parlaklığında eriyip, binlerce yabancının “Başınız sağ olsun” yorumunun altında eziliyordu.
İlk keder ya da hüzün gözyaşlarınızın belli bir beğeni ya da yorum sayısına ulaştıktan sonra gelmesi kısmı ise sadece niceliksel bir sorundu. Tuna, arkadaşının eşinin bu paylaşımdan sonra gerçekten daha iyi hissedip hissetmediğini merak etti. Acının bile artık bir performans kriteri haline geldiği bu düzende, o basit, somut çocukluk acıları (mahalle maçında kanayan dizler, yorgunluktan kasılan bacaklar) ne kadar değerliydi? O acılar, sadece kendilerine aitti.
Tuna ve Derya arasındaki çatışma, en çok bu sosyal onaylanma ihtiyacında kendini gösteriyordu. Tuna, iş yoğunluğu ve stres nedeniyle Derya’ya yeterince zaman ayıramadığı bir akşam, evde büyük bir tartışma yaşamışlardı. Sözler havada uçuşmuş, kırıcı ve tamiri zor hasarlar bırakmıştı. Tuna, o gece uyuyamamış, evliliklerinin temelinin sallandığını hissetmişti.
Ertesi gün, Derya her zamanki gibi hızlıca toparlanmış, Tuna’ya “Unut gitsin, şimdi iş zamanı,” demişti. Ancak öğleden sonra Derya’dan bir mesaj geldi: “Akşam için sana bir sürprizim var. Hemen hazırlan. “
Tuna, akşam Derya’nın ayarladığı lüks bir deniz ürünleri restoranına gitti. Mekan gösterişli, servis kusursuzdu. Ama atmosfer soğuktu. Oturur oturmaz Derya, elini Tuna’nın koluna koydu ve o anıdonduran bir gülümsemeyle poz verdi.
Eşinizle aynı gün içinde büyük bir kavga etmişseniz hatta bu kavga ilişkinizi tamiri mümkün olmayacak kadar büyük hasarlara yol açmışsa bunu dert etmenizi gerektirecek bir şey olduğunu düşünüyorsanız kesinlikle yanılıyor olabilirdiniz zira sosyal medyada lüks bir restaurantta ya da tatilde el ele vereceğiniz afilli bir poz ve altına yazılan beylik laflar neticesinde ideal çift olmanız olgusu toplum tarafından tescil edileceği için aksine inanmanız için elinizde kanıt da olacaktır.
Derya’nın altına yazdığı yazı, Tuna’nın midesini burkulmuştu: “Her şeye rağmen, her zaman el ele, her şeyin üstesinden geliriz. En büyük aşkım, canım eşim. #IdealCouple #EndlessLove”
Dakikalar içinde beğeniler ve yorumlar akmaya başladı: “Mükemmel çift!”, “Harikasınız, size bayılıyorum!”, “Maşallah, nazar değmesin!”
Neticede söz uçar yazı kalır ve kıskananlar da istediği yerlerinden çatlayabilirdi. Tuna, o an şunu düşündü: Gerçek mi? Yoksa kanıtlanmış gerçek mi daha değerli? Evlerindeki yıkıntıyı ikisi biliyordu. Ama dış dünya, bu kusursuz dijital kanıta inanmayı seçiyordu. Tuna, elini eşinin elinden çekmek istedi ama pozisyonu bozmak istemedi. Aksi takdirde, bu “ideal çift” mitini bozacak, Derya’yı ve sosyal çevreyi hayal kırıklığına uğratacaktı.
Ha her şeyin sonunda boşandınız mı sakın kendinizi suçlamayın mutlaka mutluluğunuzu kıskananların nazarı değmiştir. Tuna, bu düşüncenin absürtlüğü karşısında sessizce yemeğini yedi. İlişkinin sorumluluğunu almaktan kaçınmanın, kıskançlık nazarına atfedilmesinin ne kadar kolay bir kaçış olduğunu görüyordu.
Hele bir de yemeğe çıktıysanız ve mekan da az biraz gösterişli ise her bir fotoğraf karesini dijital dostlarınıza yedirmek imkanına da kavuşmuş oluyordunuz.
O akşam, Derya’nın cep telefonu masadaki yemeğin bir parçası gibiydi. Ana yemekten, tatlıya, şarap kadehine kadar her şey önce Derya’nın lensinden geçmek zorundaydı.
Hem onlar neden mahrum kalsındı ki lüks masa düzenini gelen birbirinden lezzetli yemekleri görmezseler bunu onlardan mahrum ettiğimiz için belki bizi takipten bile çıkabilirlerdi.
Tuna, Derya’nın bu telaşını izlerken, lüksün ve refahın artık bir ayrıcalık değil, sürekli sergilenmesi gereken bir zorunluluk haline geldiğini fark etti. Tüketim, bir tatmin aracı olmaktan çıkmış, bir sosyal borç haline gelmişti.
Bugün o mekanlara ya da yiyeceklere erişim imkanına sahip olmasalar da bir gün mutlaka erişeceklerdi. Bu düşünce, Tuna’nın zihninde bir alarm zili çaldırdı. Bu, teknolojinin getireceği eşitlikçi dünya hayaliyle ne kadar tezat oluşturuyordu?Zaten bir insan fakirse mutlaka tembeldir ya da aptaldır aklını çalıştıran insanlar için her taraf iş dolu ve para bulmak ise işten bile değildi. Tuna, bu sofistike akıl yürütmenin, eski mahallesindeki o alın teri ve dürüst 10 liranın manevi değerine nasıl bir hakaret olduğunu düşündü. Herkesin cebindeki telefonlar ve mekanların doluluğu, refahın kanıtı değil, bu tüketim çarkının döngüsünü sağlayan illüzyonun en su götürmez kanıtıydı.Tuna, o gece yatağa yattığında, midesindeki pahalı yemeğin ağırlığıyla, ruhundaki boşluğun hafifliğini kıyasladı. Bu hayat, bilgisayar mühendisliğinin getirdiği düzgün çıktıydı, ama bu çıktı, ona çocukluğundaki o bir bardak acılı turşu suyunun verdiği gerçekliği vermiyordu. Tekrar terlemek, gerçek bir acı çekmek ve karşılığında parayla ölçülemeyecek bir tatmin hissetmek istiyordu.
Tuna, bu yabancılaşma hissinin giderek artmasıyla birlikte, bir kaçış yolu aramaya başladı. Dijital dünyadan gelen her yeni bildirim, onu o karadeliğin içine daha çok çekiyordu. Aradığı şeyin, kurumsal bir eğitimde, meditasyon uygulamasında ya da yeni bir akıllı cihazda olmadığını biliyordu. Aradığı şey, gerçek bir tat ve somut bir anıydı.
Bir akşamüstü, bilgisayarında bir raporu tamamlarken, burnuna anlık, keskin bir koku geldi. Turşu. O keskin, ekşi, biberli koku. Tıpkı Eşref Amca’nın tezgahının etrafını saran, insanın boğazını yakan, ama içini ısıtan o tanıdık koku… Oda boştu, Derya salondaydı. Koku, sadece Tuna’nın zihnindeydi. Bu, bilinçaltından yükselen bir alarm sesiydi.
Tuna, dijital dünyanın anlamsız döngüsünden kurtulmak için ne yapacağını bilemezken, bilinçaltından çocukluğuna ait bir koku, bir his (turşu suyu) yükselmeye başlar. O turşu suyu, sadece bir içecek değil, onun kayıp gerçeklik çapası olmuştu.
Ertesi gün, Tuna ani bir kararla yıllık izninin bir kısmını kullanmaya karar verdi. Derya şaşırdı. “Nereye gidiyoruz? Bali mi? Bodrum mu? Rezervasyon yapayım hemen. Paylaşım için harika manzaralar olur!”
Tuna ilk defa, dijital dünyanın kodlarına aykırı bir cevap verdi: “Hiçbir yere. Bozyaka’ya gidiyorum. Kendi mahalleme.”
Bozyaka’ya gidiş, Tuna için zamana karşı bir yolculuktu. Mahalle, kırk yaşındaki Tuna’nın hafızasındaki görüntüden çok uzaktaydı.
Çocukken dev stadyum zannettiği o taşlı zemin şimdi düzgün asfaltla kaplanmış, etrafına birkaç lüks görünümlü kafe açılmıştı. Duvarlar yeni, binalar bakımlıydı ama ruhu gitmişti. Her şey sterilize edilmiş, filtrelenmiş gibiydi. O coşkulu kaos gitmiş, yerine sıkıcı bir düzen gelmişti. Parkın köşesindeki dut ağacı kesilmiş, yerine modern bir spor aleti seti konulmuştu; çocukların yere düşüp dizlerini kanatma ihtimali en aza indirilmişti.
Tuna, bisiklet yarışı yaptıkları o yokuşu yürüdü. Terledi. Yorgunluğu vücudunda hissetti. Ama bu yorgunluk, çocukluğundaki o tatlı yorgunluk değildi; o, kaybolmuş bir anının peşinden koşmanın verdiği kederli bir yorgunluktu.
Tuna, kalbi hızla çarparak, Eşref Amca’nın seyyar tezgahını her zaman kurduğu, marketin köşesindeki o yere yürüdü. Köşe boştu. Tezgahın yerinde, parlak metal bir bankamatik vardı.
Tuna, eski bir komşu teyzeden iz sordu. Teyze, Tuna’yı zorlukla hatırladı. “Eşref mi? Ah, rahmetli… On yıl olmuştur herhalde. Turşu suyu yapmayı bıraktıktan kısa süre sonra hastalandı zaten. Kalbi dayanmadı galiba. Oğlu da geldi, tezgahı açmaya çalıştı bir süre, ama sonra bıraktı. ‘Bu iş artık dijitalleşti Tuna oğlum,’ dedi, ‘Kim uğraşacak o kavanozlarla, kışın donuyla, yazın sıcağıyla?’ Herkes hazır, paketlenmiş, sterilize edilmiş olanı istiyor artık.”
Tuna, bankamatiğin yanındaki soğuk metale yaslandı. Turşu Amca gitmişti. Onunla birlikte, bir devrin somut, terli, ekşi ve yakıcı gerçeği de kaybolmuştu. Tuna, bir anda derin bir hüzün hissetti. Bu, sosyal medyada paylaşılmayacak kadar ona ait, saf bir kederdi. Gözünden bir damla yaş süzüldü. Ne bir yorum ne de bir beğeni sayısı bu gözyaşının değerini belirleyebilirdi.
Tuna, ertesi gün Bozyaka’daki son günüydü. Bir süpermarkete girdi. Manav reyonunun yanında, Gurme Turşular yazan bir stant gördü. Stantta, Eşref Amca’nın tezgahına benzeyen, ama çok daha parlak ve yapay duran, marka logolu bir yer vardı. Tezgahın arkasında, genç, kulaklıklı, yorgun görünen bir üniversite öğrencisi duruyordu.
Tuna yaklaştı. “Acılı turşu suyu var mı?” Genç, telefonuyla meşgulken başını kaldırdı. “Tabii, hazır şişede, soğuk. Şişesi 15 lira.” “Yok,” dedi Tuna. “Bardağa doldurulan, sizin yaptığınız acılı turşu suyu.” “Biz yapmıyoruz abi. Fabrikadan geliyor, %100 hijyenik. Çok acılı istiyorsan, ekstra pul biber koyabilirim, o zaman bir lira daha yazar.”
Tuna, şişeyi aldı, ödemeyi banka kartıyla yaptı. Ödemenin hemen ardından telefona gelen bildirime baktı: “15 TL Turşu Ödemesi Başarılı.” Her şey sistemli, her şey dijital, her şey izlenebilir ve kaydedilebilirdi.
Şişenin kapağını açtı, bir yudum aldı. Turşu suyu, soğuktu, ekşiydi, hatta acıydı. Ama o değildi. Eksik olan, turşunun içindeki su değil, o günün tuzu, teri, 10 liranın manevi yükü, Eşref Amca’nın güler yüzü ve taşlı zemin illüzyonuydu. Bu su, sadece bir sıvıydı.
Tuna, şişeyi kenara bıraktı. Sonunda çözmüştü: Yıllar içinde çözdüğü o paradoks, lüksün ve dijitalleşmenin ona sunduğu her şey için de geçerliydi. Çok kolay erişilen, çok fazla övülen, sürekli kaydedilen hiçbir şey, o zorluğun sonunda elde edilen saf hazzı veremezdi.
Tuna, Bozyaka’dan ayrılırken, telefonu eline aldı. Derya’nın mesajları ve şirketten gelen acil mail bildirimleri vardı. Hepsini görmezden geldi. Uygulamalar arasında oğlunun ismini buldu: Ahmet.
Telefonu kulağına götürdü. “Alo, canım oğlum, ben baban.” “Baba, nasılsın? Ne zaman geleceksin? Bana bir şey getirdin mi?” “İyiyim canım. Geliyorum yakında. Sana bir şey getirmedim, ama sana anlatacağım bir hikaye var. Çok eski, acılı, çok güzel bir hikaye. Turşucu Eşref Amca’nın hikayesi.”
Daha sonra Derya’ya sosyal medya dışı, kısa ve içten bir metin mesajı gönderdi: “Eve geliyorum. Seni çok seviyorum. Akşam dışarı çıkmak yok. Ahmet’le birlikte, yere minder atıp, telefonsuz bir akşam geçirelim mi? Konuşalım.”
Tuna, telefonu cebine koydu. O gün, en kıymetli hazinenin, elindeki akıllı cihaz değil, kendi hafızası ve o hafızayla kuracağı gerçek bağlar olduğunu anlamıştı. Artık bir Bilgisayar Mühendisi olarak sistemleri yönetirken, kendi hayatının arayüzünde nasıl var olacağını da biliyordu. Acı, ter, dostluk ve bir bardak turşu suyu… İşte hayatın gerçek kodu buydu.