“Gurbetten Dönenin İçindeki Sıla”
Gurbete çıkmak kolaydır çoğu zaman. Bir bavul hazırlanır, yanına birkaç şey alınır, bir de hoşça kal cümlesi bırakılır ardında kalanlara. Bir de geri dönüleceğine dair söylenen yalanlar… Asıl zor olan, dönmektir. Çünkü insan döndüğünde, bıraktığı yerin aynı kalmadığını fark eder. Daha da acısı, kendisinin de bıraktığı gibi olmadığını…
Sıla sadece bir yer değildir. Sıla bazen bir zamanın adıdır, bazen unutulmuş bir sesin yankısıdır. Ve insan, ne kadar uzağa giderse gitsin, en çok oraya özlem duyar: Dönemediği yere…
Zamanla anlıyor insan: Gurbet yalnızca bir coğrafya değildir. Ne uzak şehirler, ne başka iklimler, ne de yabancı diller değildir.
Asıl gurbet, insanın kendi içinden geçerken uğradığı sessizliktir.
Bir gün gelir, en tanıdık sokaklarda bile kendini misafir hissedersin. Geri döndüğünü sanırsın ama aslında hiç dönememişsindir. Çünkü sıla, gidilen yer değil, kalınan yerdir. Ve insan bazen, en çok orada kalır: artık dönmesi mümkün olmayan bir zamanın içinde.
Nice yollar yürüdük, nice kapılardan geçtik. Gurbet bize çok şey öğretti: Sabrı, dayanmayı, unutmayı ve unutulmayı. Yeni dostlar edindik, yeni diller öğrendik, alıştık yabancı saatlerin ritmine. Ama bir yanı hep açık kaldı insanın. Ne kadar alışırsa alışsın, ne kadar uyum sağlarsa sağlasın, içindeki o eksiklik hep aynı yerde kaldı.
Çünkü sıla sadece bir toprak parçası değildir; bir annenin sesi, bir çiçeğin kokusu, bir dostun selamı , bir akşam güneşidir ufukta süzülen.
Gurbetten dönmek bir zafer değil, çoğu zaman bir kabulleniştir. Dönersin; sokaklar yerli yerindedir, evin duvarları hâlâ aynı çatlaklarla doludur. Ama sen eskisi gibi değilsindir. Artık sende başka bir yolun izleri vardır, başka ülkelerin gölgesi, başka insanların sesi.
Çünkü sıla, sadece varılan yer değil, taşındığın hatıradır. Ve hatıralar, yerinde kalmaz.
İnsan döner, evine döner, toprağına döner. Fakat bir daha eskisi gibi olamaz. İçinde bir kıpırtı kalır, adını koyamadığın bir kalp ağrısı bir sızı…
Ahmet Oktay’ın dediği gibi: “Çoktan döndüm gittiğim gurbetlerden, yine de içimde kanayan bir sılanın sesi var.”
O ses, insanı ayakta tutan da olabilir, geceleri uykusuz bırakan da. Çünkü hasret, bazen bir adres değil, bir hâl olur. Ve o hâl, ömür boyu seninle yaşar.
Sıla bazen dönülen bir yer değil, dönülemeyen bir zamandır. Çocukluğumuzun geçtiği ev, artık başka insanların sesleriyle doludur. Mahallede oynadığımız meydanda belki de şimdi bir otopark vardır. Komşuların isimlerini bile unutur olmuşuzdur. Ama içimizde bir köşe, hâlâ o eski görüntüleri taşır. Sıla işte oradadır: içimizde, bir zamanın suretinde, bir daha geri alınamayacak anılarda…
Gurbetten dönmek, kendine dönmek sanılır. Ama aslında gurbetin en derin hali, kendinden uzaklaştığını fark ettiğin o andır. Çünkü insan, bazen kendine bile sıla olur; bazen en büyük gurbet, içimizde başlar.
“Sıla içimde Kanayan Bir Yara”
Gurbetin ne olduğunu yıllar sonra anladım.
Uzak şehirler, soğuk duvarlar değilmiş sadece.
Gurbet, bazen kendinden uzak düşmekmiş.
Bazen tanıdık sokaklarda bile yabancı hissetmekmiş.
Bir gün döndüm.
Bıraktığım hiç bir şey yerli yerinde değildi.
Ben de eski ben değildim.
Ne gözlerim aynı bakıyordu dünyaya,
ne de kalbim eski izleri hatırlıyordu.
İşte o an anladım:
Sıla, dönülen yer değilmiş;
Sıla, içimizde kalanıymış.
Bir çocuk sesinin yankısı,
Bir annenin sevgi dolu bakışı,
Bir akşamüstü çayı belki de…
Ve o ses susmuyordu içimde.
Kanayan bir sıla gibi
Hâlâ beni çağırıyordu
Geri dönemeyeceğim bir zamana.
Kapısını bildiğim evin eşiğinde bekleyen kimse yoktu.
Bıraktığım ne varsa, yer değiştirmişti.
Ve ben, sandığımdan daha çok eksilmiş, daha çok değişmiştim.
Gözlerim başka bakıyor, kalbim başka çarpıyordu artık.
Eskiden adını duyduğumda içimi titreten türküler,
şimdi boğazımda düğümleniyor. Çünkü sıla, sadece dönülen bir yer değilmiş.
Sıla, hatırladıkça acıyan bir yerin adıdır bazen.
Bir annenin telaşla koşturduğu mutfakta, kaynayan çorbanın buğusu.
Bir babanın akşam ezanıyla eve dönerken, fırından aldığı sıcak ekmek kokusu.
Sıla, bir çocuğun sesinde saklıdır bazen.
Koşarken düşüp dizini kanattığı kaldırımda. Ve ağlarken acımadı ki dediği o anda…
Bir odanın köşesinde kalmış kırık dökük oyuncaklar. Bir pencere aralığından, rüzgârın savurduğu Zemheri ayazı. Duvarda asılı kalmış, bir tarafı eğilmiş, eski bir tablo.
Tozlu raflarda kalmış sararmış resimler. .
Ve en çok da artık orada olmayanların sesinin yankıları…
Sıla, insanın içini kanatan bir çağrıdır aslında.
Zamanla arana duvarlar örülür, yollar kapanır,
ama içindeki o ses hiç susmaz.
Çünkü bazı yerler, sadece hafızada kalır.
Bazı insanlar, sadece içimizde yaşar.
Ve bazı zamanlar, geri dönülemeyecek kadar uzaklaşmıştır bizden.
Sıla, bir coğrafya değil.
Bir zamandır, bir his, bir anı…
Ve bazen sadece bir bakış, bir koku, bir ses…
Gurbet ise, insanın içini sessizce kemiren o boşluktur.
Bir zamanlar “evim” dediğin her şeyin, senden uzakta kaldığını fark ettiğin andır gurbet.
Sıla,
Dönülen yer değildir artık.
Sıla,
Dönülemeyen zaman,
Tutulamayan anı,
Unutulamayan duygudur.
Gurbet geçer…
Ama sıla,
İçimizde yaşamaya devam eder.
Sıla, artık dönülemeyen yerdir.
Ama hâlâ içimizde yaşar.
Bazen, bir çocukluk çığlığında,
Bazen bir annenin dokunuşunda,
Bazen bir akşamüstü okul dönüşünde,
Ve bazen de bayram günlerinde göğsüme çöken sessizlikte…
Hale Aşkın
25 Mayıs 2025 Komrat