Güneşten damlayan ışıltılarla ormanın içinden kıvrılarak gelen Kaystros Nehri’nin bir kolu, karşılaştığı kayalıklardan dökülerek küçük bir şelale oluşturmuştu. Döküldüğü yerde kayadan kayaya çarpa çarpa coşan su oluşturduğu havuzda köpürüp, sakinleşiyor ardından kayalıklardan aşağı süzülüyordu. Yavru yayın balıklarının ve gümüş sazanların vücudunu gıdıklamasıyla nefesini daha fazla tutamamıştı Marcia. Suyun yüzeyine çıkan kızıl saçlarını toplayıp suya girmeden önce yüzüne, saçlarına, kol ve bacaklarına buladığı kilden vücudunun arındığına emin olduktan sonra sudan çıkmaya karar vermişti. Beyaz cildi her zamanki gibi ışıl ışıldı. Güzel gülümsemesi güneşten pembeleşen yanaklarındaki çilleri belirginleştiriyordu. Bu mevsimde serin suyun yüzeyine çıktığında omuz başlarının ısınması ve dağlardan gelen adaçayı ve kekiğin hoş kokusunu göğsüne doldurmak onu fazlasıyla rahatlatırdı. Kayaları özenli bir şekilde basamak olarak kullanıp sudan çıkmayı başarmıştı. Omuzlarından dizlerine kadar olan beyaz iç çamaşırı ince vücuduna yapışmış saçlarından akan su, dolgun göğüslerinin altından etek uçlarına süzülüyor; damlalar, ayak iziyle birlikte toprakta kristaller oluşturuyordu.
Şelalenin dökülme hizasında bulunan eve çıkmak için her zamanki gibi en kısa yol olan ahşap merdivenden tırmanmayı tercih etti. Merdivenin son basamağında elini uzatan yarı özgür hizmetkar bir kadındı. Bu çatı altında ona iyi davranıldığı yüzündeki içten gülümsemeden anlaşılıyordu. Koyu pürüzsüz teni, kıvrık kirpikleri ve kısa kıvırcık saçlarıyla zarif görünümlüydü. Bu akşam misafirleri olmasa o da her zamanki gibi Marcia’ya katılırdı. Kollarını iki yana açmış tuttuğu şal ile Marcia’yı sarmalamıştı. Laura, ailesindeki büyükler katledilip kardeşleriyle birlikte köle olarak satıldıktan sonra çok şehir görmüş ve birkaç dil öğrenmişti. Yorgun gözleri yaşadığı zorlukların izlerini taşıyordu. Aynı zamanda savaşçı bir kadındı. Soğukkanlıydı ve sinirleri çelik gibiydi. İyi bir okçuydu ve zamanla bildiklerini Marcia’ya da öğretiyordu. Marcia, kurulanıp elbisesini giydikten sonra hatıralara dalmıştı.
Marcia şefkatle büyütülmüş şanslı bir çocukluk geçirmişti. Kardeşi yoktu. Anne ve babasının ilgisi hep onun üzerindeydi. Şanslı olmasının bir sebebi de anne ve babasının birbirlerine olan büyük aşkıydı. Babası son zamanlarda gösterdiği başarılar ile askerlik görevinde rütbe almıştı. Neredeyse ömrünün yarısını kışlada geçirmişti. Babası gider bazen aylarca gelmezdi. Ailesiyle geçirdiği vakitler az ve öyle değerliğiydi ki… Çiftliği de Marcia ve annesi gayet iyi idare ediyorlardı.
Annesinin halsizliği günden güne artmış son zamanlarda yataktan kalkamaz hale gelmişti. Çektiği acıları dindirmek için artık doktorun verdiği afyon da yeterli gelmiyordu. Marcia yalnızlıktan korkmuyordu. Annesinin özlemine nasıl dayanabilirdi bunu düşünemiyordu bile. Babasının yokluğuna alışmıştı. Çünkü her zaman babasının onlara döneceğini biliyordu. Annesinden ayrılmak öyle miydi? Annesinin ondan uzaklaşması bir kum saatinin içindeki zerreciklerin aşağı tane tane düşmesi gibiydi ve düşen her kum tanesiyle arasında gökyüzündeki yıldızlarla olduğu kadar mesafe olacaktı.
Son zamanlarda inlemenin ve ağlamaların yerini sessizlik ve boş bakışlar almıştı. Marcia babasının dönmesi için dua ediyor annesi Elita’nın da bunu derinden istediğini biliyordu. Büyük aşkına son bir kez sarılmak… Öyle de oldu. On aydır evlerinden çok uzakta olan Vlahos dönmüştü. Elita ve kızına kavuşmak için çok sabretmişti. Elita’nın solgun ve bitkin bedenini görünce o günden sonra derin bir sessizliğe bürünmüştü. Nemli kumaş parçasını Elita’nın boynunda gezdirirken gözleri, bu acıyı ve çaresizliği haykırsa da gülümsemeyi bırakmamıştı. Elita, perdenin arkasındaki diğer odayı işaret etmiş ‘’Sedef kutu’’ demişti güçlükle. Zorla yutkundu ve yattığı yerde doğrulmayı denese de o gücü bulamamıştı. Bir eliyle getirilen kutu içerisinden üzüm şeklindeki yakut gerdanlığı çıkarıp Marcia’nın avcunun içine koymuştu. Vlahos’a dönüp ‘’Ona iyi bak.’’ dedikten sonra son sözleri ‘’Sizi seviyorum.’’ olmuştu. Marcia ve babası yatağın iki yanından Elita’ya sarılmışlar zamanın nasıl geçtiğini anlamadan öylece kalmışlardı.
Babası eline meşaleyi alıp evden çıkmıştı. Sabahın ilk ışıklarında güçlü kollarının zorla kazabildiği mezar hazırdı. Marcia, annesine en güzel kıyafetlerini giydirip zeytin dallarından yaptığı taca çiçekler ilave etmişti. Ondan ayrılmamak için her detayı çok yavaş gerçekleştirirken kirpikleri hiç kurumamıştı. Evde başka birinin olduğunu o an fark etmişti. İki gün önce gelen babası, beraberinde hayatını kurtardığı esir bir kadını getirmişti. Vlahos, iki ay kadar süreyi evlerinde geçirdikten sonra tekrar ayrılması gerekmişti.
Laura, ıslak saçlarını kurutup tararken üç yıl önceki karşılaşmalarını ve annesiyle vedalaşmasını hatırlamıştı Marcia. Laura’nın arkadaşlığı ve desteğinin o zor günleri geçirirken çok yardımı olmuştu.
Vlahos evden ayrılmadan önce evinde bir davet vermek istemişti. Akşam gelecek misafirler için hazırlığa devam ettiler. Vlahos da ceylan avlamış eli boş dönmemişti. O gittiğinde kışı çıkarmak için ihtiyaç duyabileceklerinden koyun kesmeyi tercih etmemişti. Yemeğe erkek kardeşi ve birkaç arkadaşıyla eşleri davetliydi.
Vlahos, misafirler geldiğinde çok heyecanlanmış olsa da bunu belli edemezdi. Çok sevdiği dostu Justus’un başına gelen korkunç olayları duymuştu ama izini sürmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. Bu karşılaşma ikisi için de sürpriz olmuştu. Justus, soylu kadınları attan indirmek için yere eğildiğinde göz göze geldiler. Kadınlar Justus’un sırtına basarak attan indiler. Justus, yaraları henüz kapanmış olan sırtındaki duyduğu acıdan dişlerini sıkmıştı.
Çocukluktan bu yana asker gibi yetiştirildikleri için erkekler, yarım daire biçiminde kesilen kumaşın bedene sarılan ve sol omuzda bronşla birleştirilmesiyle yapılan togayı, zırhın üzerine giymişlerdi. Kadınlar ise kalın beyaz pamuklu kumaştan yapılma; biri yerlerde öbürü dirseklere kadar gelen üst üste iki tunik giymişler ve uzun saçlarını örerek toplamışlardı. Başlarını ince bir kumaştan yapılma şal ile örtmüşlerdi. Ayaklarına giydikleri ve önden arkadan deri bir iple çaprazlama bağladıkları yün çoraplar belli ki alışkan oldukları salonlar dışına uygun değildi. Attan indiklerinde toprağa değen ayaklarına bakmadan edemediler. Havanın kararmasından ve kaşlarını karartıp ortasını birleştirmelerinden ifadeleri zor anlaşılıyordu. Eve girdiklerinde etrafı süzerken pelerin ve başörtülerini çıkardılar.
Vlahos, misafirleri karşıladıktan sonra kısa süre için izin isteyerek atları sulayıp yemleyen Justus’un yanına gitmişti. Justus kendisi için yapılacak bir şey olmadığının farkındaydı. Esareti kabullenmese de hayatta kalmak için savaşıyordu. Sırtına aldığı otuz kırbaç yarasından sonra bir kulağını da kaybetmişti. Zindandan farklı bir adam olarak çıkmıştı. Gelen ailelerden birine satılmıştı. Yetenekli ve zeki olduğu için aileyi memnun etmişti fakat sanatçı ruhundaki renkleri de günden güne yitirmişti. Vlahos, elini dostunun omzuna koyarak suratına dikkatlice baktı. Ona boş umut vermemek için bir şey söylememeye karar verdi. ‘’Seni tekrar görmek güzel dostum. Şimdi fazla vaktim yok. Yakında görüşeceğiz.’’ diyerek yanından ayrıldı. Laura’dan Justus ile ilgilenmesini isteyerek misafirlerin yanına döndü.
Masa özenli bir biçimde hazırlanmış yemek öncesi iştah açıcı yemişler yerleştirilmişti. Ardından ana yemeğe geçilmişti. Bu sırada Vlahos savaş anılarından konuşmaya başlamış arkadaşı Alyattes’in hayatını nasıl kurtardığını anlatmıştı. Bunu bir iyilik olarak görmüyor hatta bu konuşmayı hiç yapmamış olmayı diliyordu. Bir yandan da dostunu kurtarmak için gerekli olduğunu düşünerek konuşmaya devam ediyordu. Alyattes, içkisini yudumlayıp bardağı yavaşça masaya vurarak Vlahos’a borçlu olduğunu bir kez daha söyledi. Vlahos, üç maaşı kadar parayı çıkarıp Alyattes’in önüne koydu. Masadaki herkes bir anda susup bunun ne anlama geldiğini düşünürken ‘’Hizmetkarına bu evde ihtiyacım var.’’ diye ekledi. Karısı her yerde hizmetkarının yetenekleriyle övünüyordu. Bu konudan hoşlanmadı. Kadın öksürük krizine girip yüzü şekilden şekle girse de diyecek bir şeyi kalmayan Alyattes teklifini kabul etti.
Justus herhangi bir filozofun öğrencisi değildi yine de her akşam ders dinlemeye giderdi. Her şeyin matematikle ilgili olduğu ve sayıların nihai gerçek olduğu söylenen Pythagoras öğretilerinden etkilenmişti. Son zamanlarda ‘’Toplum ve siyaset insanın yalnızca hayatını sürdürmesinin bir aracı değildir. Aynı zamanda onun iyi ve mutlu bir hayat sürmesinin, kendini gerçekleştirmesinin temel koşuludur. Kusurlu bir devlette kötü düzenlenmiş yasalarla yönetilen toplumun bireyleri kendini gerçekleştiremez; iyiye ulaşamayacak ve mutlu olamayacaktır.’’ politika görüşü ile Aristoteles, dikkatini fazlasıyla çekmişti. Mimar ve heykeltraş olan Justus en kuvvetli bloğu yapmaya çalışarak tüm zamanını bu tutkusuna ayırırdı. Matematik bilgisi sayesinde sütunları estetik mükemmelliğe eriştirmek çabasındaydı. Ayrıca simya ile de uğraşır, harç ve sıvaların dayanıklılığını artırmak için içlerine reçine, deve kuşu yumurtası, alçı taşı ve pişmiş toprak gibi maddeler ekleyerek denemeler yapardı. Kentin kötü yönetim biçiminin hakimiyetinde olması, siyasal durumdan hoşlanmadığı hatta karşıtlığıyla toplum içinde yaşamaktan uzak duruyordu. Herakleitos’un zamanında söylediği sözlere sonuna kadar katılıyordu. ‘’Hiç eksik olmasın zenginliğiniz Efesliler, olmasın ki alçaklığınız belli olsun.’’ Düşüncelerini korkusuzca Agora’daki atölyesinde paylaşması dikkat çekmişti. Sonunda ise gördüğü işkencelerden, zindan hayatından sonra işte buradaydı.
Yemekten sonra eller yıkanmış, kokular sunulmuş, Marcia’nın parmaklarının gezdiği arp eşliğinde ilahiler söylenmiş ardından içki faslına geçilmişti. Ziyafetin başarılı geçmesinden çok, arkadaşı Justus’un taş tablete kazınan ve bir yargıca onaylatılacak olan özgürlük belgesini elinde tuttuğuna sevinmişti Vlahos. Misafirleri uğurladıktan sonra Justus ile kucaklaşmış saatlerce sohbet etmişlerdi. Justus yeni güne uyandığında afallamıştı. O ana kadar geleceğe dair bir planı ve amacı yoktu çünkü. At ile gezinti yaparlarken Vlahos ona iki seçenek sundu. Özgür olduğunu gidip kendi yolunu çizebileceğini söyledi. Çiftliklerinde kalıp yokluğunda Marcia’ya göz kulak olmasını istemeden de edemedi. Justus ikinci seçeneği kendinden emin bir şekilde kabul etti. Yeni bir başlangıç yapabilecek daha güzel bir yer bulamazdı. Marcia’yı canı pahasına koruyacağına yemin etti. O gece uykusu uzun zamanın ardından ilk defa hafif ve huzurluydu. Evin arkasına Justus için yaptıkları kulübe tamamlandıktan sonra Vlahos hazırlıklarını yapmaya başladı. Marcia ve Laura da Justus’u tanımış ve alışmışlardı. Vlahos onları birbirlerine emanet ettikten sonra yola koyuldu.
Günler, aylar birbirini kovaladı. Marcia yeni bir dost edinmişti. Hayvanlarla ve bahçeyle ilgilenmek, çamaşır yıkamak, odun kesmek gibi günlük işlerden sonra Marcia şapkasını takıp, yalınayak evin yukarısındaki düzlüğe tırmanırdı. Bir elini ağzına koyup diğer eliyle de elinin üstünü kapatarak kulağa hoş gelen bir melodiyi tekrarlardı. ‘’Hiiiihiiyaaahouuohh’’. Önce köpekleri Aura heybetli görünüşü ve gür havlamasıyla karşılık verir. Fazla zaman geçmeden de sığırlar görünürdü. Tepeler arasında yankılanan bu sese kurtların eşlik ettiği de olurdu. Yaklaştıklarında hepsinin ismini tek tek söyleyerek selamlar, başlarını kaşır ahıra götürürdü. Marcia ve Laura’nın kahkahaları cırcır böceklerinin seslerine karışıyor yemek masası için topladıkları çiçeklerin güzelliği ve kokusu masaya sıcaklık katıyordu. Hava karardığında ateş başında oturmayı iple çekerlerdi. Justus her akşam birbirinden güzel hikayeler anlatır; kelimeleri mücevher gibi işleyerek dinleyenleri hayran bırakırdı. Marcia her zamanki gibi gökyüzünü izler, eline aldığı sopayla toprağa yıldız haritası çizerdi. Justus o akşam Marcia’nın en sevdiği hikayeyi anlatmıştı. İkarus’un hikayesini… Daidalus ve oğlunun ahşap üzerine balmumu ile destekledikleri kuş tüylerinden iki çift kanat yaparak esir oldukları labirentten uçarak kaçtıkları bölüme dikkat kesilmişti Marcia. Bir yandan da o kanatları hayal ediyordu. Bu esnada Laura ve Justus’un birbirlerine olan ilgilerini farketmişti. Tekrar yıldızlara dönerek mutluluklarını dilemişti. O gece parlak dolunayı gördüğünde Artemis’i düşündü. Huzur çiçeklerden bir dantel gibi kalbini kaplamıştı.
Justus para kazanmak için sipariş üzerine birçok büst yapmış Agoradan yaptığı alışveriş sonrası kalan parayı Laura’nın özgürlüğü için biriktirmişti. Çünkü hizmet ettiği aile onay verse bile; ki bu nadiren olurdu. Gerekli ödemeyi yapmadan özgürlük belgesini almak mümkün değildi. Laura ve Marcia da biriktirdikleri paraları ortaya koydular. Laura ağlayarak ikisine de sarıldı. Şehre gitmek için hazırlığa başladılar. Özgürlüğüne kavuştuğu gün Justus ile evlilik yemini de etmeye karar verdiler. Marcia, Laura için annesinin elbiselerinden çıkardı sandıktan. Atları hazırladılar. Evdeki düzenlemeleri de yaptıktan sonra Efes’in merkezine doğru yola çıktılar. Marcia, Agora’ya en son annesi ile birlikte gitmişti. İçi buruk olsa da Artemis Tapınağı’nı ziyaret edeceği için heyecanlıydı. Annesinden kalan yakut kolyeyi ilk kez takmaya karar vermişti. Justus, yol boyunca Androklos ve adını Artemis’in ikiz kardeşinden alan Apollon Tapınağı kahinlerinden bahsetmiş; kentin Artemis Tapınağı çevresine taşınmadan önceki liman şehrinin kuruluş hikayesini anlatmıştı. Yaklaştıklarında Marcia’nın amcasının evinde dinlenip yürüyerek devam ettiler. Şehre vardıklarında tüccarlar, satıcılar ve Anadolu’nun her yerinden ticaret için gelen yolculardan oluşan kalabalıkla karşılaştılar. Marcia başını kaldırıp eşsiz heykellerin güzelliği karşısında şaşırıyor; kalabalık içinde Justus’u takip ederken dışkılara basmamaya özen gösteriyordu. Laura ve Justus özgürlük tabletinin hazırlanmasını beklerken Marcia, Artemis Tapınağı’nı ziyaret etmek istedi. Evlilik yemininden sonra bağ bozumu şenliklerine katılır eve döneriz diye plan yaparak ayrıldılar.
Marcia evlilik yemini öncesi sözleştikleri yerde olmak için acele ediyordu. Neyse ki insan yoğunluğu şenliğin yapılacağı alana doğru kaymıştı. Tapınak çevresi her zamankinden sakindi. Tapınağa yaklaştığında gördüğü Amazon Kadınları’nın nahif heykelleri tüylerini diken diken etmişti. Altın ve gümüşle bezenmiş gökyüzüyle birleşen mermerden kolonların ihtişamı yüreğini coşkuyla doldurmuştu. Birçok sanatçının ruhlarından bir parça sunduğu heykeller ve tablolara bakınca içindeki alev bileklerinin buz kesmesine neden olmuştu. Zarafet ve uyumu oluşturan kolonlardan birine yaslanıp gözlerini bir süreliğine kapatmıştı. Tarif edemediği güven ve aitlik hissi ile gözlerini açtığında ayaklarına dolanan iki kedinin de bu hisse yabancı olmadıklarına emindi. Gözlerini açar açmaz boynundaki kolyesini yokladı ve düşürdüğünü anlayıp panikle etrafa göz atmaya başladı. İçini derin bir üzüntü kapladı. Kendisini tapınağın tinsel gücüne öyle kaptırmıştı ki geçtiği yerleri bile hatırlamıyordu. Biraz daha ilerledikten sonra kolyeyi yerde gördü. Eğilip aldı ve yakutun kırmızılığı üzerine düşen gölgeleri gördü. Çatının çatırtısına doğru kafasını kaldırdığında ise yürekli bir çığlık attı. Geç kaldığı için meraklanıp gelen Justus, omuzlarından tutup dışarı çıkarmasa şaşkınlıkla alev almış çatının altında kalabilirdi.
Tapınağın yandığı haberi kısa sürede yayılmış insanlar çoktan çevrede toplanmaya başlamışlardı. Yangını söndürmek ellerinden gelmeyen, panik ve öfkeden deliren halk Artemis Tapınağı’nı yakan kişiyi arıyordu. O sırada Marcia’yı tapınaktan çıkaran Justus’un karşısına çıkan nöbetçiler mızraklarını kenetleyerek geçmesine izin vermediler. Justus şimdilik ellerindeki tek şüpheliydi. Üstelik geçmişi itibarıyla intikam için tapınağı yakmış olabileceği ihtimali yüksek şeklinde görüş sunanların sayısı fazlaydı. Marcia ağlayarak Justus’a sarıldı. Nöbetçiler onu götürürken tek yapabildiği çığlık çığlığa masum olduğunu anlatmaya çalışmak oldu. Bitkin düşmüş vücudu oradan oraya savruluyor. Çabaları yüzlerce surattan birinde farklı bir ifade uyandırmıyordu. Marcia’yı gören Laura kalabalık içinden sıyrılıp ona sarıldı. Laura tapınağın yandığını görmüştü fakat Justus’un suçlandığını duyunca daha da yıkıldı. İkisi de çok korkuyor Justus’un suçsuz olduğunu kanıtlamaya güçlerinin yetmeyeceğini biliyorlardı. O gece gösteri iptal olmuştu. Kimse evine gitmemişti. Herkes kurulan mahkemede verilecek kararı bekliyordu. Mahkeme suçu kanıtlayamasa da öfkeli halkla başa çıkmanın başka yolu görünmüyordu. Bu baskıyla yargıç Justus’un suçlu olduğuna karar verdi. Ertesi gün güneş en tepedeyken şehir merkezinde idam edileceği duyuruldu. Marcia, Justus’un ölüm cezasına çarptırılmasından kendisini sorumlu tutuyordu. ‘’Hata yapıyorsunuz. Ben yakmadım!’’ derken kafese kapatılıp götürülüşü, insanların kafesi taşlamaları gözünün önünden gitmiyor iç çeke çeke ağlaması durmuyordu.
Laura, soğukkanlılığını koruyarak bitkin haldeki Marcia’yı amcasının evine götürebilmişti. Onu ilgiyle karşılayan aile bir şifacı çağırmış sakinleşmesi için bazı karışımlar yaptırıp içirmişlerdi. Laura, evin en büyük oğlundan Vlahos’un çiftliğine gitmesini ve hayvanlarla ilgilenmesini istedi. Justus’u son kez görebilme ihtimaliyle evden çıkarak idam edilecek suçluların geçici olarak tutulduğu zindanlara erişmeyi düşündü. Zindana yaklaşmak çok güçtü. Kalabalığı geçip oraya varsa bile kapıda sayısız nöbetçi duruyor olacaktı. Onu kurtarabilmek için sayısız plan düşünüyor. Yalnız olduğundan ve zamanı olmadığından hiçbir plan yeterli gelmiyordu. Birkaç saate güneş doğacaktı. Tek yapabildiği zeytin ağacı altında ıstırap içinde beklemekti. Düşünceleriyle başa çıkamıyordu. O ana kadar inkar etse de artık durumu yavaş yavaş kabulleniyordu. Gözyaşlarını silerken Justus’un idamını izlemektense ben de onunla giderim diye düşündü. O an düşündüğü bir şey de değildi aslında. Belki de Marcia’nın tersine Justus’a kavuşma umuduyla ayakta durabilmişti. Eve gelen şifacı kadının çantasından aldığı zehri pelerinin cebinden çıkarıp ölümü avuçlarının arasına aldı. Marcia’yı bırakmak istemese de zorluklarla dolu hayatındaki tüm anları düşündüğünde kendini sadece Justuslayken değerli hissetmişti; yalnızca o günler anlamlıydı. Onu son bir kez daha görebilmek için beklemeye başladı.
Mermerler patlayıp parça parça olmuş, tavan tamamen yanıp kül olmuş, sütunlar ciddi zarar görmüştü. Alevlerin Artemis’i sarması gibi acı da halkı sarıyordu. Tapınaktan çatırtı sesleri geldikçe insanlar üzüntüden yerlere yatıyor affedilmek için dua ediyordu. Çığlık çığlığa, saçlarını yolarak onlarca yıllık emeğin gözlerinin önünde ölüşüne şahit oluyorlardı. Artemis’in alevi içlerini de sarmıştı. Yanmaya devam eden tapınağın yakınındaki tümseğe çıkmış; çöken yanaklarının belirginleştirdiği elmacık kemiklerinin üstündeki korku ve dehşetten kan çanağına dönmüş gözleriyle bir adam belirmişti. Dikkat çekmeye, kendisini dinletmeye çalışıyordu. İlk başta söyledikleri Laura’nın bulunduğu yerdeki uğultudan anlaşılmamıştı. Herkes bir anda sus pus olup afallamıştı. Adam tekrar etti. Çenesini sıkıyor ve konuşurken boğazı patlayacak gibi görünüyordu. ‘’Heeeey, beni dinleyin. Artemis Tapınağı’nı ben yaktım. Ben Herostratus.’’ O anda sinirden deliye dönmüş insanlar üzerine giderek saldırdılar. Askerler hemen ölmesine izin veremezlerdi. Mahkemede yargılanmalıydı. İnsanların duyduğu merak da öfke kadar içlerini tırmalıyordu. Bu nedenle onu askerlerin götürmesine izin verdiler.
Mahkemede verdiği ifadesinde Artemis Tapınağı’nı sütunlara zift sürerek yaktığını bunu neden yaptığını sorduklarında ise şan ve şöhret için yaptığını söyledi. Ayrıca ölüme inanmadığını ve ölümün, korkuları arasında en cılızı olduğunu ekledi. Efeslilerin yıllar süren emekleriyle yapılan Artemis ihtişamı, sapkın bir arzu nedeniyle yok olmuştu. Bunun hafızalara kazınacağını, adının asla unutulmayacağını ve asıl ölümsüzlüğü bu şekilde elde edeceğini de küstah bir şekilde ekledi ve bağırmaya başladı. ‘’Bu zaferi kimseyle paylaşamam. Tapınağı tek başıma yaktım.’’ Asıl suçlu bulununca Justus serbest bırakılmıştı. Kendisini zindanın kapısında sabırsızlıkla bekleyen Laura’ya sarıldı. Birbirlerine tutunarak suçlu bakışlar arasından geçerlerken kimi elini tutmak istedi, kimi kolunu sıvazladı, kimi üzerindeki değerli eşyaları çıkarıp vermeye çalıştı. Affetmesi için önünde eğilenler vardı. Justus’un daha fazla tahammülü kalmamıştı. Adımlarını hızlandırdı. İnsanların suratlarına bakamıyor. Görüntüler birbirine karışıyor mide bulandırıcı bir hale bürünüyordu. Hala şoktaydı. Geçmişte yaşadığı zindan hayatını hatırlamıştı. Bu ipten ilk dönmesi değildi fakat düşüncelerinden dolayı ölmeyi tercih ederdi. Böylesi daha onurlu olurdu. İşlemediği bir suçtan haksız yere hayatının son bulması düşüncesinin kılıfını geçiremiyordu bir türlü zihnine.
Marcia’nın yanına vardıklarında yatakta ateşler içinde sayıkladığını gördüler. Justus, ‘’Buradayım kızım, geldim. Lütfen uyan.’’ dedi. Saatlerce başında bekleyip kuruyan dudaklarını ıslattılar. Ateşini düşürmeye çabaladılar. Birkaç kaşık ilaç içirmeye çalıştılar. Ertesi gün gözlerini açan Marcia, yanında Laura ve Justus’u beraber görünce yemek yemeye de başladı. Gücünü topladığında ev halkıyla vedalaşıp eve doğru yola koyuldular. Marcia son birkaç günde cehennemi yaşamıştı. Evine kavuşmak için sabırsızlanıyordu.
Justus, zindanda geçirdiği süre içinde ayaklarına takılan prangaları uzun uzun seyretmişti. Asıl önemli olanın vicdanın rahatlığı olduğuna karar vermişti. Çünkü ruh ancak o şekilde hafif ve özgür olabilirdi. Zindandan çıkarken demircide yaptırdığı yüzükleri yere bırakmıştı. Evlilik belgesini almak yeterdi ne yüzüğe ne de ahlaki çöküşteki toplumun onayına ihtiyaçları vardı. Özgürlüğün anlamını en iyi bilen iki insan olarak birbirlerine kanat olmak için söz verdiler. Daidalus’un oğlu İkarus’a verdiği öğüt gibi ne alçaktan uçup denize düşecek ne de çok yüksekten uçup tüyleri bir arada tutan balmumunu eriteceklerdi. Özgürlükleri için bu dengeyi kuracaklardı.
Ayça FIRAT BİNZET