Bebek odalarının tavanlarına yapıştırılmak üzere fosforlu malzemeden yapılmış, karanlıkta parlayan ay, yıldız ve gezegen şekilleri vardır. Bebek sanki gökyüzüne bakıyormuş gibi bu şekillere bakarak oyalanır ve uykuya dalar. Bu şekillerden ilk bebekte biz de almıştık. Ama kirada oturduğumuz evin tavan boyasına kıyamadığımız için bir kartona yapıştırıp duvara asmıştık.
Çocukluğumda yerleşim yerlerinden uzakta tek başına bir çiftlik evinde oturuyorduk. Oturduğumuz evin bitişiğinde toprak damlı bir ahır vardı. Evimizin çardağından iki basamak merdiven ile bu damın üzerine çıkılırdı. Çamur ile örülmüş taş duvarların üzerine sık aralıklarla düverler döşenir, düverlerin üzerine büyük yapraklı çalı ya da çınar dalları atılır, dalların üzerine de yirmi beş otuz santim kalınlığında su geçirgenliği az olan killi toprak serilirdi. Asıl adı Loğ Taşı olan ancak bizim oralarda “Yuvarlangeç Taşı” denilen silindirle toprak iyice ezilir su geçirmez hale getirilirdi. Bu toprak damların üzerine “Dam Başı” ya da “Dam Başa” denilirdi.
Temmuz ve ağustos aylarında ben, abim, küçük kardeşim bazen de ablalarım hep birlikte bu dam başında yatardık. Önce damın üzerini bir güzel süpürür, en alta bir çul serer çulun üzerine de yataklarımızı yapardık. Yani benim çocukluğumun tavanında gerçek yıldızlar ve gezegenler olurdu. Etrafta hiç ışık kaynağı olmadığı için, geceleri gökyüzü o kadar berrak ve pırıl pırıl olurdu ki elimi uzatsam sanki yıldızlara değecekmiş gibi hissederdim. Bazı yıldızlar küçük bazıları büyüktü. Bazıları sanki yanıp sünüyormuş gibi görünürdü. Bazıları ise bir aile gibi gruplar halindeydi. O zamanlar Büyük Ayı, Küçük Ayı gibi takım yaldızlarının adlarını bilmediğimiz için biz onlara Beş Kardeşler, Yedi Kardeşler gibi isimler takmıştık. Birbirlerine yakın olmaları kardeşliği çağrıştırıyordu besbelli. Daha o zamanlar bu sessiz ve derin âleme bakmanın ne kadar heyecan verici bir şey olduğunu keşfetmiştim.
Sabahattin Ali, yüksek hapishane duvarları içerisinden bakınca denize benzetmişti gökyüzünü. Gökyüzü gerçekten bir deniz gibiydi. Muazzam bir derinliği ve muhteşem bir güzelliği vardı. Canlıydı. Hareketliydi. Yaşıyordu. Bazen tam baktığım yönde bir yıldız kayardı. Gökyüzünde ışıktan bir çizgi oluşur sonra da kaybolurdu. Eğer uyumadılarsa kardeşlerime haber verirdim. Ama onlar uyanıp gözlerini ovuşturarak hangi yöne bakmaları gerektiğini anlayana kadar, yıldız çoktan kaybolurdu. Bu arada ben de yeterince iyi izleyememiş olurdum. Demek ki bu zevkin paylaşılmaması gerekiyordu! Kayan yıldız görmek isteyen kendisi gökyüzüne bakabilirdi.
Büyük annem (Ayşe Abla) herkesin bir yıldızı olduğunu ve insan ölünce de o yıldızın kayıp yok olduğunu söylerdi. Kayan bir yıldız görmek çok hoşuma gitse de o an dünyanın başka bir yerinde birisinin öldüğünü düşünür ve yakınları için üzülürdüm. Ama yine de kayan yıldızları izlemeyi çok severdim.
“Görmek istersen denizi, yukarıya çevir yüzü.
Deniz gibi bir gökyüzü. Aldırma gönül aldırma…”
Deniz gibi masmavi bir gökyüzünün altında engin mutluluklar dilerim. Sevgilerimle.
Necati KüçüK
( Az Efe )