Sabahın erken saatlerinde gökyüzü, ufuk çizgisinde ince bir kızıllıkla boyanmıştı. Küçük bir kayık, dalgaların arasında ağır ağır süzülürken, sessizlik yalnızca küreklerin suya değmesiyle bozuluyordu. Kayığın başında, yılların yükünü sakallarında ve ellerinde taşıyan yaşlı bir balıkçı vardı. Yüzündeki her çizgi, denizle geçirilen günlerin ve gecelerin sessiz tanığıydı. Yanında oturan küçük torunu, dedesinin gözlerindeki derinliği izliyor, denizin enginliğinde saklı sırları merak ediyordu. “Deniz,” dedi yaşlı balıkçı, gözlerini uzaklara dikerken, “acele edenin değil, sabretmesini bilenin dostudur. Ağını telaşla atan, boş çeker; sabreden ise bereketi bulur.” Torun, dedesinin sözlerini dinlerken, rüzgâr saçlarını dağıtıyor, tuz kokusu yüzüne vuruyordu. O an, deniz yalnızca balıkların değil, aynı zamanda hayatın da öğretmeni gibi görünüyordu. Dedesi, ağları suya bırakırken, torunun zihnine de sabır ve inanç tohumları ekiyordu. Deniz, ikisinin arasında görünmez bir bağ kuruyor; yaşlı balıkçının tecrübeli elleriyle torunun meraklı bakışlarını aynı çizgide buluşturuyordu. O günün sabahında kayıkta yalnızca iki kişi değil, aslında üçü vardı: Dede, torun ve konuşan bir deniz.
UMUT MERİÇ BERBEROĞLU