19.yy’da kaleme alınan bilhassa yaşadığı döneme tanıklık eden ünlü düşünür Friedrich Nietzsche’nin yukarıda bahsettiğim kesitindeki perspektifi geleceğe taşıyan güç, yaşanılan gerçeğin ihtiyaç duyduğu tarihsel bağdır. İlk okunduğu anda dikkat çeken, din ile ahlaki değerlerin çatışması ve eşgüdümsel olarak hareket etmesi gereken hakikatin; birçok noktada sekteye uğratılarak, yine birey gözetiminde manipüle edilmesi, topluma yansıtılan şeytani tutumun zorba bir yönetim biçimine dönüşmesine olanak tanıyan iradeyi yansıtmasıdır. Bu noktada konuyu pekiştirecek bir alıntı da Turan Dursun’un Din Bu-1 eserinden yapmak iyi bir izlenim edinmemizi sağlayabilir:“Nerede ki akıl özgürdür ve egemendir, orada din adamına yer yoktur.”
Yaşadığımız bu atmosferde tüm toplum kesiminde hissedilen yılgınlık, korku ile vücut bulan sindirilmiş bir ruh, ahlaki ödevin kişisel çıkar durumuna indirgenmiş hali bir çıkmazlığı doğuruyor. Çaresizlik ve kararsızlık insanların psikolojik bunalımlarla savaşmasına yol açarken, bilişsel ve siyasi denklemin uyuşmazlığı sonucu da umutsuzluğun yaşanmasını kolaylaştırıyor. Devlet aygıtının bu durumu kronik hale getirip çözüm noktasında gösterdiği tutarsızlık gün be gün sürerken, bireysel baskının toplumsallaşması da artarak devam etmektedir. Ahlakın tekelleştirilerek siyasallaşan hali halka karşı bir tehdit olarak sunulmakta ve dinsel bütünlükle harmanlanarak, korku duvarları oluşturulmaktadır. Bunun sonucunda Tanrı-Kral devlet ikonu politik bir tutumla hayatımıza dahil edilerek sistemleştirilmektedir.
Ahlakın toplumsal bir yapı olarak şekillenmesi günümüzde önemini korurken; bireyin kültürel, sosyal ve siyasal niteliğini geliştirip bir hakikat sunma girişimi, organize bir dinsel hareket içerisinde olan yapılanmaların dogmatik tutumu sonucu sekteye uğratılmıştır. Kendi dinlerini yaratma gayesi, kanun niteliğinde hüküm buyurmaları, toplumsal dengeyi belli bir zümrenin çıkarına kanalize ederek güç gösterisine dönüşen yapı, karşısında hiçbir sesi kabul etmemekte ve hükmetmeyi bir buyruk olarak sunmaktadır. Bununla birlikte geleneksel bakış açısı gücü elinde bulunduranlar için sermaye olurken, ahlak da din ile pazarlanıp tüketilmesi gereken bir nimet haline dönüştürülmüştür.
Tüm gelişmelerin akabinde ahlak bekçiliği yapanlar ve bunu özellikle kadın üzerinden konumlandırıp kendi erk dünyalarına toz kondurmayanlar, koyduğu kurallar doğrultusunda yeni bir yüzyıl yaratma amaçlarını gerek kamuoyu gerekse elinin altında tuttuğu müritleriyle bizlere yansıtmakta hiçbir beis görmemektedir. Bunlara uyum göstermeyenleri, eleştirel tutumunu ortaya koyanları ‘insan dışı’ aktörler olarak deşifre etmekte ve hedef göstermektedir. Gücü elinde bulunduranların Demokles’in kılıcını andırır biçimde politika ortaya koyması, korku imparatorluğunu günümüz dünyasında yaşatmakta ve normalleştirmektedir.
Demokratik ve hukuk devleti nidalarıyla ütopik bir tablo çizen anlayış; topluma hayal satıp mutsuzluğun doruklarında yaşam savaşı verenleri kaygısız şekilde görmezden gelmekte ve bir tutam umut yaratabilmenin uğraşında olanlara karşı bu kılıcı(Demokles) her an hissettirmenin pervazsızlığı içinde hükümdarlık koltuğunu korumaya çalışmaktadırlar. Bizler ise bölünmüş ve birleşemeyen canlı hücreler olarak savrulurken! kolektif şekilde örgütlü bir güç olamamanın yarattığı yıkımı her an yaşamaktayız. Toplumsal ahlakın varlığını vicdanlarımızın rahatlığı için sunarken bunu bir inanç olarak gösterme kolaylığı ve inancı yok eden çelişkinin varlığı, çürüyen toplum yaratma girişimini de hızlandırmaktadır.
Buna karşın akıllı insan formuyla şekillendiğimiz bu yüzyılda, tüm dogmaların bertaraf edildiği, bilimi ve değişen dünyanın her anına uyum sağlayabilen bilincimizi yeni bir vizyon ile açığa çıkarmalıyız. Değişim ve sorguluma kültürünü doğruyu yakalayabilme irademiz ile pekiştirmeli, insan olabilmenin temelinde yatan iyiliği, ahlaki bir temelde var edebilmenin yolunu açmalıyız.
“Din, kendiliğinden, içerikten yoksundur; onun kaynakları gökyüzünde değil, yeryüzündedir. Teorik olarak kendisinin dile getirdiği yozlaştırılmış gerçeklik ortadan kaldırılınca, o da kendiliğinden yok olacaktır.” * (K. Marx, A. Ruge’ye Mektup, 30.XI.1842)
Fırat ZEYDAN