Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
12°C
İstanbul
12°C
Az Bulutlu
Pazartesi Çok Bulutlu
11°C
Salı Az Bulutlu
13°C
Çarşamba Açık
13°C
Perşembe Açık
13°C
YAZAR MÜSVEDDESİ

Serpil Yıldız Özdemir


Önce esnedim öylesine sonra tek tek parmaklarımı kıtlattım, “Ne olmadığını bulursan ne olduğunu bulursun.” diyen Osho’nun peşinden gitmeye hazırdım artık. Nasıl? Sizce yeterince ilgi çekici bir ilk cümle mi? Soruyorum çünkü bu cümle ilk romanımın girizgahı olacak ve herkes bilir ki bir romanın ilk cümlesi çok önemlidir. “Bir gün bir kitap okudum, bütün hayatım değişti.” mesela. Çok beğenilen bir ilk cümle. Gerçi sağolsun reklamcılar ve pazarlamacılar içini boşalttı bu cümlenin. Kişisel olarak ben Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nin ilk cümlesi “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum”u daha çok severim. Aynı kitabın son cümlesi de müthiştir: “ Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım!” Bence son cümle de ilk cümle kadar önemli. Dönersek benimkine, “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.”
kadar olmasa da benim ilk cümlem de oldukça fiyakalı sanki ha! Tamam tamam, bir Tolstoy olmadığımı biliyorum. Ama sıkıcı sıradan bir giriş de değil hani. Beğenmediniz mi? Yeterince üstüne çalışılmış bulmadınız demek. Romanın devamını okutacak kadar yakalamadığı için kitabı aldığınız rafa geri bırakırdınız, öyle mi? Yalvarırım bırakmayın! Yazdıklarımı okumanıza o kadar çok ihtiyacım var ki anlatamam. Lütfen bırakmayın, lütfen, lütfen… Nilgün Marmara olmama izin vermeyin. Ah tatlı Nilgün! Biliyorsunuz değil mi? Durmadan yazmış, sayfalarca, defterler boyunca. Kendini pencereden boşluğa bırakmadan önce yazdıkları kimsenin dikkatini çekmemiş. Ölümünden sonra eşi “Şiir yazdığını bile bilmiyordum, bir kenara pıtır pıtır bir şeyler yazardı.” demiş. Ah Nilgüncük, belkide defterin sayfalarını açık bırakıyordu masanın üstünde, eşi merak edip okusun diye. Derdi okutmak olmasa yazmazdı onca şiiri yoksa. Belki de yanılıyorum diyeceğim, insan kendisi için de yazar diyeceğim ama öyle değil. Kafka da yazdıklarını okutmamış kimseye hayatı boyunca ancak ölmeden önce bir arkadaşına vermiş, “Sana kalmış bunlarla ne yapacağın.” demiş. Belli ki gün ışığı görsün istemiş kelimeleri, anlattıkları. Yoksa bir kibrite bakardı. Ben de okunsun istiyorum yazdıklarım. Bilinsin, anlaşılsın, beğenilsin istiyorum. O yüzden bakın ne diyeceğim, eğer okumaya devam ederseniz ve ilk on sayfayı okursanız söz, size iki kişilik sinema bileti vereceğim. Filmi siz seçin, gideceğiniz sinemayı da. Halk günü olsun, ilk seans olsun gibi ucuzluklar yapmam. Ama mısır, içecek size ait. Anlaştık mı? Ohhhh! Benimle kaldığınız, okumaya devam ettiğiniz için teşekkürler. Giriş tamam diyelim, devamını getirmek lazım. Sonuçta koskoca bir romanı yazacağım. Yazacağım da, işin aslı yazmak benim ilgimi çok çekmiyor maalesef. Ben konuşmayı severim, kalabalıklara anlatmayı. Bir şey okur okumaz hemen birilerini bulmam lazımdır. Anlatmazsam şişerim. Allahtan dolu içerikler paylaşırım, o yüzden insanlar beni gevezelikle suçlamaz. Yoksa oldukça çenesi düşük bir insanım. Yazarlık böyle bir şey mi? Değil. Tam tersi. Yalnızlığı dayatır. Kendi başına saatlerce, sadece tuş seslerinin duyulduğu kelimelerle meşguliyettir. Dürüst olmak gerekirse ben ne “Yazmasam deli olacaktım.” diyen Sait Faik gibi yazmadan duramayan biriyim ne de her sabah altıda kalkıp balkona attığı daktilosuyla yirmi sayfa yazmadan o masadan kalkmayan, yazarlığı ağır işçilik olarak gören Haldun Taner’e benziyorum. Hele hele yazarlık yeteneğini köreltmemek için her sabah 4:00’de uyanıp altı saat hiç durmadan yazdıktan sonra mutlaka on kilometre koşan Haruki Murakami hiç değilim. Bu arada hala sıkılmadan yazdıklarımı okuyan okuyucularım arasındaysanız romanın ilk baskısından isminize imzalı bir tanesini size hediye edeceğim. Kargo ücreti benden. Lütfen okumaya devam edin. Nerede kalmıştık? Bende olmayan yazarlık kumaşından bahsediyordum. Öyleyse neden yazmak istiyorsun bu romanı diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Anlatılacak çok güçlü bir hikayem olmasa asla kalkışmazdım bu işe. Üstelik çok özgün, anlatılmaya değer bir hikaye. Birine anlatsam ve o yazsa diyeceğim, hakkını veremez diye korkuyorum. Hem yazmak ne kadar zor olabilir ki? Her yıl yüzlerce insan ilk romanıyla raflarda yerini almıyor mu? Eminim bir yerden başlarsam çorap söküğü gibi gelir devamı. Mesela yazmaya başlamadan önce tüm kıyafetlerini çıkarıp kalem-kağıtla birlikte kendini boş bir odaya kilitleyen Victor Hugo gibi mi yapsam? Ay olmaz, her yerim tutulur ya da zatürre olurum ben. Bünyem hassas. Aslında kıyafetlerimle boş bir odada ilham gelmesini beklerim beklemesine de saatlerce yazmak, tekrar tekrar yazmak, silip yeniden yazmak bir konsantrasyon işi. Hiç benlik değil. Balzac gibi bütün dikkatimi yazdıklarıma verebilmek için günde elli fincan kahve içsem? Aman Allah korusun, sonum onun gibi olsun istemem. Adamcağızın kalbi içtiği kahveler yüzünden teklediğinde elinde henüz bitirmediği birbirinde değerli elli taslak eser varmış. Bak şimdi birden aklıma geçen sene tatilde kaldığım otelin plajında tanıştığım, online yaratıcı yazarlık dersi veren kadın geldi. Bana demişti ki: “ Önce romandaki gerilimi yaratan çatışmayı bul. Karakterleri detaylandır. Sonuna karar ver. Aradaki olay örgüsünü kabaca kurgula. Sonra başla yazmaya.” Söylediklerini anlamış gibi hararetle başımı sallayıp teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Oysa bir kelimesini bile anlamamıştım. Böyle hesaplı kitaplı yazabilenler vardır eminim. Saygı duyarım. Ama duyguların, olguların, olayların formüllerle anlatılacağına inananlardan değilim. Ben, Anna Karenina öldüğünde hüngür hüngür ağlayıp hizmetçisine “Biliyor musun, Anna öldü!” diyen Tolstoy gibi yazmak istiyorum. Erkek egemen bir kültürde aşk arayan evli bir kadın olan Anna’ya karşı, karakteri kendisi yarattığı halde, tiksinti duyan; yazma yolculuğu devam ederken Anna’yı anlayıp, ona şefkat gösteren; romanın sonunda Anna’yı öldürmekten başka çıkış yolu bulamadığı için öldüren ancak ölümüne deliler gibi üzülen Tolstoy gibi. Yaşayarak, hissederek, karakterlere teslim olarak, olayları yönlendirmek yerine içine girerek, onların beni sürüklemesine izin vererek yazmak istiyorum. Hah! Nereden başlayacağımı buldum galiba. Merak edenler benim instagram hesabım @yazarmusveddesi’ne dm atsınlar ya da yazarmusveddesi@gmail.com’a mail göndersinler. İçinizden beş kişiyle romanımın hikayesinin özetini paylaşacağıma söz veriyorum. Bu beş kişiyle bir kahvecide buluşup romanım üzerine sohbet etmeyi de çok isterim. Kahveler benden, söylememe bile gerek yok. Doğru klavyenin başına. Bir heyecan, başlayayım romanımı yazmaya. Ama dur! Sakin kafayla, yüksek konsantrasyonla haftaya pazartesi yazmaya başlasam daha iyi olacak. Yok yok ertelemiyorum. Kafamı toparlarım pazartesiye kadar diye düşündüm. “Her pazartesi diyete başlayan kız gibisin.” mi dediniz? Aşkolsun! İnsan bir destek olur, haydi görelim seni, arkandayız filan der. Maşallah diliniz pabuç gibi. “Bu genç yazar adayımız yaratıcılık sancıları çekiyor. İlk kez roman yazmanın korkularıyla boğuşuyor.” demiyorsunuz da “Şişko! Şişko!” diyorsunuz. Siz varya siz…nankörsünüz! Hey nereye? Durun! Durun gitmeyin. Eğer yanımda kalır romanı yazmama yardım ederseniz, Murathan Mungan’la fırtına yüzünden seferler iptal edildiği için Bozcaada’da mahsur kaldığımız o hafta sonu neler yaptığımızı anlatırım size. Anlaştık mı? Nereye? Gitmeyin işte. Kapağı kapatmayın üstüme. Daha ne olmadığıma karar vereceğiz birlikte.

Yorumlar

  1. Ayşe Can dedi ki:

    Yazmak, yazarın ruhundaki sesleri kağıda dökerek varoluşunu somutlaştırmasıdır. Bu yolculukta okura ulaşmak ise anlatılmak istenenleri bir nehrin denize ulaşması gibi, kalpten kalbe aktarmaktır. Ben okurum romanınızı siz yazın. Anlatın. Dinleyecek en azından bir kişi var unutmayın. @yazarmusveddesi’ni takibe aldım bile. Bu arada ben @biraz_ayse.