

Yılın son kavşağındayım. Kafamın içi darmadağın. Ne düşüneceğimi bilemez halde, fırtınanın dinmesini bekliyorum, oysa fırtına tam da benim.
Zihnim bana ihanet etmeye meyilli, çünkü o, ne zaman yeni bir başlangıca ikna olsam, beni hemen geçmişin ağır yükleriyle cezalandırıyor. Geçmişteki kırgınlıkların, tutulmamış sözlerin ve kırılmış heveslerin izlerini önüme yığıyor; böylece her umutlu adım, bir pişmanlık gölgesiyle ağırlaşıyor. Ve ben, bu sonsuz döngüde, en güvendiğim yerde, yani kendi iç dünyamda bile yalnızım. Benliğim, hayatın anlamsızlığını kabullenme zorluğu ile beklentilere sarılma arzusu arasında sıkışıp kalmış, adeta bana yabancılaşmıştı. Oysa insan, sığınacağı son liman olarak kendi benliğini görmez miydi?
Geride kalan on bir ayı düşünüyorum. Her yanlış seçimimde, dalgalar içinde biraz daha sürükleniyordum. Sanki bir maratonun son demlerindeydim, ama henüz koşmaya başlamamıştım. Hayat, ihtiyacım olan “nefes alma” veya “durup düşünme” zamanını bana asla vermedi. Hep bir sonraki yetiştirilmesi gereken iş, yerine getirilmesi gereken beklenti vardı. Bu, acımasız ve tartışılmaz bir kural.
İşte tam da bu yüzden kendime dönüp soruyorum: Sahi, neden acele ediyoruz ki? Hayat bizi sürekli bir koşturmacaya zorlarken, o koşunun sonunun ne olduğunu dahi düşünmeden, sadece bitiş çizgisini görmek için mi bu hız? Hepimiz aynı evrende yaşayan ama farklı hikâyelerin kahramanları gibiyiz. Oysa biliyorum ki, biz insanız. Yetinmeyi bilmeyiz. Açgözlüyüz. Her zaman fazlasını isteriz. Mutluluğun bile…
Kendime sürgün cezası verdiğimden beri, uyku bana bahşedilmiş bir lüks haline geldi. Etrafıma baktığımda herkesin bir zırhı vardı. Kimse kendi silahıyla yaralanmış olmayı umursamıyordu; çünkü o silah, herkesin kendi gerçeğini mutlak doğru ilan ettiği o keskin kibirdi. Kendi doğrularımızla etrafımızdakileri yaralarken, biz de o kibirle örülmüş duvarların içinde nefessiz kalıyoruz. Oysa hayatın en büyük trajedisi bu: İnsan sınanmadığı acının bülbülü, sınandığı acının dilsizidir. Bugünün insanlarıydı bunlar; çevremdeki o kibirden örülmüş duvarların ardındaki insanlar. Onların dünyasında duygu yok, empati yok. Sürekli bir savaşın içindeyim ve bu savaş, anlamını yitirmiş. Tam da bu savaşın ortasında, zihnimde yeni bir gerçeklik belirdi; öğrendim ki uğruna savaşacağım bir şey yokmuş, ben var olmayan bir savaşta koşturuyormuşum. Damarlarımdaki yorgunluk, beni kendine çekmeye çalışan karanlığa direnmekle tükeniyordu. Daha önce sevdiklerimi bırakmak zorunda kaldım. Şimdi ise geride kalanlar; kendi içimde biriktirdiğim, beni ben yapan hayallerim, vicdanım ve en önemlisi kalan tek tük insani bağlarım. Bunlar son kalanlar. Bunları da geride bırakmak istemiyorum. Uzun yıllardır etrafımı saran sesler hep başka bir ritme sahipti. Bu kez duyduğum, kendi ritmimdi. “Eğer hayatta çok sevdiğin bir şey olursa sakın onun peşini bırakma,” diye fısıldadım kendime. “Çünkü çoğu insan koca bir ömrü seveceği şeyi aramakla geçirir.”
İçimden bu yemini milyonuncu kez yeniden ediyordum. Hâlâ kendimi ikna etmeye çalışıyor olmam acınasıydı. Artık değil. O son durakta, durdum ve düşündüm: Yeni yıl gelip çatmadan önce, kendime sadece bir görev borçluyum.
Eve dönecektim. Eve… Eve dönüyordum…
Peki ya siz? Bu yılın son kavşağında durduğunuzda, arkanızda bıraktığınız her şeye rağmen, sizi çağıran bir “ev” hissi var mı?
Rahime Özden