12 Eylül 1980, İstanbul’un kenar mahallelerinden biri. Sabah, gri bulutlar altında yavaşça ağarıyordu. Dar sokaklarda nemli taşların üstünde ince bir sis dolaşıyor, evlerin perdeleri yarı kapalıydı. İnsanlar uyanmıştı ama kimse pencereye çıkamıyordu. Radyodan yankılanan tek cümle mahalleye yayıldı: Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur. Bu cümle, gökyüzündeki gri bulutlar gibi her sokağı, her pencereyi sardı. İsmail Usta kahvehanenin önünde durdu, ocakta çay kaynatmak istedi ama elleri titriyordu. Müşterilerini bekler gibi baktığı sokakta kimse yoktu. Bakkal Hasan, defterine bakarken hangi kelimenin yazılmasının sakıncalı olacağını düşünüyordu. İnsanlar artık kelimeleri bile tartarak kullanıyordu. Fikri Bey ağır adımlarla okul yoluna çıktı. Çantasını omzuna alırken aklından sürekli sorular geçiyordu. Derslerde ne söylemeli, hangi kelime fazlaydı, hangisi susturulmalıydı? Aynada kendisine bakıp fısıldadı, ders bugün de susmak olacak diye. Çocuklar sokağa çıktı, misketlerini yuvarladılar. Ama sesleri çok kısıktı, annelerinin bakışlarıyla sustular. Sokak, kendi nefesini tutmuş gibiydi. Herkes bir gölgeyi izliyor, kimseyi rahatsız etmiyordu. Günler geçti. Hayat devam etti; düğünler yapıldı, cenazeler kaldırıldı, bakkal deftere borç yazdı, fırıncı ekmeğini dağıttı. Ama bütün bunların üzerinde görünmez bir perde asılı kaldı. Perde ne göze görünüyordu ne de kolayca kaldırılabiliyordu. İnsanlar öğrenmişti ki yaşamak, sessizce nefes almak demekti. Yıllar sonra o sabahı yaşayanlardan biri gençlere anlatırken derin bir sessizlikten söz etti. Ne sevinçti, ne de büyük bir keder; sadece hayatın ağır ve görünmez gölgelerle örülü sessizliği vardı.
UMUT MERİÇ BERBEROĞLU