

Şehirler uzaktan bakıldığında hep aynı izlenimi verir: üst üste yığılmış binalar, lif lif uzayan yollar, ışıktan bir çemberin içine sıkışmış gibi duran gökyüzü… Fakat yaklaştıkça insanı içine çeken tuhaf bir derinliği vardır. O derinlik bazen bir sokak aralığında, bazen bir pencereden sızan loş ışıkta, bazen de kalabalığın ortasında ansızın beliren bir boşlukta görünür. Şehir bir yüz gibi; uzaktan ifadesi okunmaz, yakından bakıldığında ise ayrıntılarıyla insanı ürküten bir tanıdıklık taşır.
Yıllardır bu sokaklarda yürürken fark ettiğim bir şey var: Şehir insanı çoğaltırken aynı anda azaltıyor da. Sanki insanın içindeki bazı parçalar, betonun gölgesinde kalıyor. Adımlar hızlandıkça, yüzler çoğaldıkça, tabelalar ışıldadıkça, insanın içine doğru uzanan yol daralıyor. Bu daralma, sadece kalabalığın yarattığı bir sıkışma değil; insanın kendi kendinden uzaklaşması. Kendine yabancılaşması…
Bir caddenin kenarında yürürken sık sık şu düşünceye kapılıyorum: Şehir, insanı olduğundan daha büyük ya da daha küçük göstermeye meyilli. Bazı günler, kalabalığın içinde kaybolduğumu hissediyorum. Adımlarımın diğerlerinden bir farkı yokmuş gibi geliyor. Sanki herkesle aynı ritimde yürüdüğüm sürece görünmez hale geliyorum. Kendime ait bir iz bırakmadan akıp giden bir suyun parçası olduğum düşüncesi rahatsız edici. Fakat sonra anlıyorum ki şehir, akışa kapılmayı kolaylaştıran bir yer. Çünkü akıntı, insanı düşünmekten koruyan bir hız taşıyor.
Şehirde en çok dikkatimi çeken şey, yüzlerin birbirine benzeme eğilimi. Herkes kendi derdine gömülü, kendi telaşında ilerliyor. Fakat bütün bu telaş, dışarıdan bakıldığında ortak bir ifadeye dönüşüyor. Yorgunluk bu ifadenin en belirgin çizgisi. Şehir insanı yoruyor; ama yorgunluğun nedeni yalnızca iş, mesafe, kalabalık değil. Asıl yorucu olan, insanın kendine ayıracak yer bulamaması. Kendini tanıdığı sessiz bir köşeyi şehirde korumak, gün geçtikçe güçleşiyor. Çünkü şehir, insanın içindeki sessizliği sahiplenmesine izin vermiyor; onu sürekli dışarıya, sürekli yeni bir uyaranın içine doğru itiyor.
Bazı günler, kalabalığın ortasında yürürken kendimi dışarıdan izlediğimi fark ediyorum. Avuçlarım donuklaşıyor, adımlarımı ben değil de başka biri atıyormuş gibi geliyor. O anlarda, yabancılaşmanın büyük bir gizlilikle gelip insanın omzuna çöktüğünü hissediyorum. Yabancılaşma, bir duygudan çok, bir görünüş biçimi aslında. Kendini tanıyamamanın, kendi içine erişememenin sessiz hâli. İnsan şehirde çoğu zaman, kendi suretine bile yabancı bir gözle bakıyor.
Her sabah aynı sokaktan geçiyorum. O sokak, aslında sıradan bir yer: her gün kapılarını açan dükkânlar, kaldırımların kenarını kaplayan motosikletler, kendini tekrarlayan bir gürültü… Ama bu sıradanlığın içinde bir şey var; insanı düşünmeye zorlayan bir ağırlık. Sokak boyunca ilerlerken, adımlarımın ritmiyle düşüncelerimin ritmi birbirine karışıyor. O anlarda, şehir beni çevreleyen bir duvar gibi değil de içimde dolaşan bir ses gibi geliyor. Bu ses bazen kısık, bazen yüksek…
Kimi zaman bana bir şey hatırlatıyor: İçimde bir yerlerde, bu şehre rağmen korunmak isteyen bir çekirdek, bir öz var. Ne kadar kalabalık olursa olsun, hiçbir şehir bunu tamamen yok edemiyor. Şehrin bana öğrettiği en tuhaf şey, insanların birbirine yakın durup birbirinden uzak yaşamayı başarabilmesi oldu. Aynı binada oturanların birbirini tanımaması, aynı otobüste yıllarca yolculuk edenlerin hiç konuşmaması, aynı sokakta yürüyenlerin birbirinin yüzüne bakmaması… Bu görünmez duvarlar eskiden beni şaşırtırdı. Şimdi, bu duvarların insanların kendini korumak için ördüğü küçük kaleler olduğunu düşünüyorum. Şehir, insanın ruhunu çıplak bırakmakta usta; belki de herkes kendi içini korumak için duvar örüyor.
Yine de şehirde bazı anlar var ki, insanı yabancılaşmanın kıskacından çekip çıkarıyor. Mesela sabahın erken saatlerinde kapı önlerine bırakılmış süt şişelerinin sessizliği… Veya akşamüstü gökyüzünde bir anda beliren o solgun pembe ton… Bazen kaldırım taşlarının arasına sıkışmış bir yaprak bile insana kendi içinden bir şey fısıldıyor. Tüm bunlar, şehrin insanı sadece tüketen bir mekanizma olmadığını; arada sırada ona nefes alabileceği küçük boşluklar sunduğunu hatırlatıyor.
Ben bu küçük boşluklarda kendimi daha çok hissediyorum. Kendimi tanıdığım yerler buraları. Çünkü insanın, içinde yaşadığı şehri anlaması kadar zor olan bir şey varsa, o da şehir içinde kendini anlamaya çalışmasıdır. Bazen düşünüyorum: Belki de şehir dediğimiz şey, insanın kendi iç karmaşasının dışa yansımış hâlidir. Kargaşanın, hızın, gürültünün içinde kendi iç sesimizi kaybetmemiz bundan. Şehrin karmaşası ile insanın karmaşası birbirine karışıyor ve ortaya büyük bir sessizlik çıkıyor. Bu sessizlik dışarıdan bakıldığında görünmüyor; ama insanın içinde yankılanıyor.
Bütün bu düşünceler arasında, şehirle kendi aramda tuhaf bir bağ olduğunu hissediyorum. Bu bağ ne tam bir sevgi ne de tam bir kopuş isteği. Şehri zaman zaman üzerime çöken bir yük gibi hissediyorum; fakat aynı şehir, bazı günler beni kendime daha da yaklaştırıyor. Bu çelişkiyi taşıyan bir yer burası. İnsan bu çelişkinin içinden geçerken, hem kendini kaybediyor hem de yeniden buluyor.
Son zamanlarda, yürürken dikkatimi en çok çeken şey gölgeler oldu. Binaların duvarlara vurduğu gölgeler, yürüyen insanların bacaklarıyla uzayıp kısalan çizgiler, akşamüstü ışığında titreyen tabelalar… Gölgeler, şehrin ikinci bir yüzü gibi. Ve ben bazen, o gölgelerin ardında kendi gölgemi arıyorum. Kendi varlığımı, bu karmaşanın içinde hâlâ seçilebilir olup olmadığını görmek istiyorum. Çünkü şehir ne kadar büyürse büyüsün, insan gölgesini kaybettiğinde kendini de kaybediyor.
Sonunda şunu fark ettim: Şehir insana yabancılaşmayı öğretiyor ama yabancılaşmanın nerede başladığını da gösteriyor. Başlangıç noktası dışarıda değil, içeride. Bir sokakta, bir binada, bir kalabalıkta değil; insanın kendi benliğine açtığı mesafede. Bu mesafeyi kapatmanın yolu da yine şehirden geçiyor. Çünkü şehir, insanı hem dağıtan hem toplayan bir aynaya dönüşüyor; insan bu aynaya ne kadar dikkatle bakarsa, kendini o kadar net görebiliyor.
Artık biliyorum: Şehir beni tükettiği kadar tamamlayan bir yer. Yalnızlaştırdığı kadar düşündüren, yabancılaştırdığı kadar kendime döndüren bir yer. Bu çemberi kırmak gerekmiyor; bu çemberin içinde yürümeyi öğrenmek gerekiyor. Ve ben her adımda, bu çemberi biraz daha anlıyorum.
Ayşe Can