

Bazı insanları yaşadıkları olaylar, acılar ve kırılmalar bambaşka biri yapar. Buna gerçekten inanıyorum. Çünkü insan yaş aldıkça ister istemez değişir, dönüşür. Bazen bir noktada durup “Artık eski ben değilim.” deriz.
Hayatta öyle anlar vardır ki geri dönüşü yoktur: Bir söz, bir bakış, bir kayıp ya da bir veda… Hepsi, fark etmeden içimizde bir şeyleri yerinden oynatır. Kimse bir anda değişmez belki ama zamanla oluşan o küçük sarsıntılar bizi başka biri yapar.
Belki de büyümek dediğimiz şey, yaşadığımız her acıdan bir parça bırakıp yeni bir yanımızı ortaya çıkarmaktır. Ve bu her zaman kötü değildir. Kimi zaman yeni hâlimiz bize daha çok yakışır; daha güçlü, daha farkında, belki de daha sessiz… Ama mutlaka daha gerçek.
Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu dönüşümü yaşarız. Bazen acıtır, bazen yoruluruz; ama aynı acı insana kendi gücünü de gösterir. Gerçeklerin insanı şekillendiren bir tarafı vardır.
Belki de insan olmanın özü, kayıpların içindeki gizli kazanımları görebilmektir. Yaşam bizi sürekli yoğururken her acıdan sonra elimizde kalan güç büyür. Bir hastalık bize hayatın kıymetini öğretir; özgürlüğü kaybeden bir mahkûm nefesin bile nasıl değerli olduğunu anlar. Kim açıklayabilir ki bu garip dengeyi?
Evlilikte de böyledir. İyi ya da kötü bir deneyim insanı mutlaka değiştirir. Biten şeyler sadece biter; ama geriye bıraktığı iz, bizi başka birine dönüştürür.
Bütün bu yaşananlar, eski hâlimizi geride bırakıp yeni bir benlik oluşturmamıza neden olur. Yaşamın anlamı belki de bu kırılmaların içinde saklı dönüşümü fark etmektir. Çünkü insan her kaybın ardından biraz daha bilinçli bir şekilde yeniden doğar.
Zaman zaman geçmişe döner, yaptığımız hataları düşünürüz. “Şimdiki aklım olsa…” diye başlayan cümleler kurarız. Oysa geçmişteki hâlimiz bugünkü bizi yoğuran temel taşlardır. O hatalar olmasaydı bugün sahip olduğumuz farkındalık da olmazdı.
Önemli olan geçmişin yükünü taşımak değil, ondan aldığımız dersi bugünün içine katabilmektir. Her yanlış bize sınırlarımızı ve ne istediğimizi gösterir.
Bazen yaşadıklarımız içimizde yeni bir filiz büyütür. Köklerimizden besleniriz. Her acı bir başlangıcın kapısını aralar. Zamanla dışarıdan gelen yaraların eskisi kadar acıtmadığını fark ederiz; adeta görünmez bir zırh oluşur içimizde.
İnsan kendiyle barışmayı da böyle öğrenir. Önce kabullenir, sonra affeder. Bir gün geçmişte canımızı yakan şeyler birer yük olmaktan çıkar. Önemli olan unutmak değil, onunla barışmayı başarabilmektir. Çünkü affettiğimiz yaralar artık can yakmaz; sadece güç verdiği yeri hatırlatır.
İşte o anda insan içinde kimsenin ulaşamadığı huzurlu bir yer keşfeder. Gürültünün erişemediği, sözlerin sızmadığı bir yer… Kendiyle yüzleştiği, toparlandığı, büyüdüğü bir iç sığınak.
Kendini affeden insan hafifler. Eskisi kadar kırılmaz, öfkelenmez. Çünkü bilir ki her kapanan kapı başka bir yola sürükler insanı. Her bitiş bir başlangıcın işaretidir.
En güzeli de şudur: Kendine kızmayı bıraktığında kendini anlamaya başlarsın. Bu da gereksiz telaşları, insanları ve yükleri elemenin ilk adımıdır. Sessizleşirsin; ama bu sessizlik bir vazgeçiş değildir, olgunlaşmanın durağıdır.
Kendini anlamaya başladığında bakışın da değişir. Yaşadığın her şeyin seni bugüne getiren bir yol olduğunu fark edersin. Acıların, hataların, mücadelelerin aslında seni güçlendirdiğini görürsün.
Bir sabah uyanır ve artık aynı insan olmadığını hissedersin. Daha sakinsindir, daha derin. Seni tüketen şeylerin ağırlığı yok olmuştur. Çünkü içindeki sessiz yer neyin gerçekten önemli olduğunu sana çoktan söylemiştir.
Böylece insan bugünü yaşamayı öğrenir. Geçmişi yük etmeden, geleceği kaygı yapmadan… Küçücük bir nefesin bile iyileştirici olduğunu fark ederek.
Dönüşüm dediğimiz şey belki de budur: Dış dünyanın karmaşasında kaybolmadan iç dünyasını düzenleyebilmek… Hafifleten şeylere tutunup ağırlaştıranlardan özgürleşmek… En büyük dönüşüm, insanın kendi içindeki huzuru bulabilmesidir.
O zaman bile yolculuk bitmiş sayılmaz ama insan artık kendisiyle bir bütündür. Hayatın kimseyi boş yere yıkmadığını anlar. Her yıkımın içinde bir toparlanma, her karanlığın içinde bir ışık saklıdır. Bazen yollar kapanır, sessizlik çöker; ama işte tam orada insan kendi ışığını yakmayı öğrenir.
Sokrates’in o ünlü sözü boşuna söylenmemiştir:
“Kendini bilmek, tüm bilgeliğin başlangıcıdır.”
Gerçekten de insanın içi hiç susmaz. Yaptıklarını, yapamadıklarını, söyleyemediklerini… hatta söylememesi gerekenleri bile tek tek önüne koyar.
Az önce de dediğim gibi, başarılarımızı da düşünürüz elbette. Ama en çok hatalarımızın üzerinde dururuz. Çünkü hatalar, insanın kendine tuttuğu en acımasız aynadır. Başkasının söylemeye çekindiği şeyleri biz kendi içimizde kendimize acımasızca fısıldarız. Devamlı geriye döner, geçmişteki bir anıyı yeniden yaşar gibi oluruz. Ama aslında yaptığımız tek şey kendimizi sorgulamaktır; en sert, en çıplak hâliyle…
Dışarıya karşı güçlü görünürüz belki ama içimizdeki ses, olduğumuzdan daha dürüst olmamızı ister.
Bütün bu sorgulamalar, kırılmalar ve yüzleşmeler insanı tüketmek için değil, biçimlendirmek içindir. Zamanla fark ederiz ki hatalar düşman değil, yol gösteren işaretlerdir. Bir kapının kapanması başka bir yolun açıldığını öğretir. Bir kırılma neleri kaldırabileceğimizi gösterir. Bir hayal kırıklığı ise beklentilerimizi yeniden şekillendirir. Ve en önemlisi, bütün bunlar bize kim olmak istediğimizi hatırlatır.
Peki bunu gerçekten anladık mı? İçimizdeki hesaplaşma en büyük savaş değil midir zaten?
En büyük yüzleşme, kişinin kendiyle verdiği sessiz savaştır. Her anı, her hatayı, her kırılmayı içine sindirerek güç kazanırız. Bu süreç, kimseye gösterilmeyen, sadece bize ait bir yolculuktur.
İçimizdeki ses…
Aslında ne zaman konuşacağı hiç belli olmaz.
Bazen tam işimizin ortasında, bazen de gece herkes uyumuşken çıkıp gelir ve başlar bizimle konuşmaya.
Kimi zaman “Bak, burada hata yaptın.” der, kimi zaman “Sen düşündüğünden daha güçlüsün.”
İster istemez kendimizle yüzleşiriz. Zaman geçtikçe de fark ederiz: Eskisi gibi değiliz artık. Davranışlarımıza bile yansır bu değişim. Adına da farkındalık deriz ya hani… İşte tam olarak o.
Sonra o iç ses unuttuğumuzu sandığımız şeyleri bile çıkarır ortaya. Bir yara, bir anı, bir söz… Bazen de durduk yere bir güç verir insana; “Devam et.” der sanki.
Kendi kendimize söylediğimiz her şey aslında içimizde dönen bir dünyanın sesi. Yaş aldıkça değişiyoruz. Değiştikçe de bazı şeyleri bırakıyoruz arkamızda.
İnsan böyle bir varlık işte. Hem geçmişi taşıyor hem de geleceğe bir umut aralığı bırakmaya çalışıyor. Bazen tek bir cümle, bazen bir sessizlik bile insanı bulunduğu yerden alıp başka bir yere götürebiliyor.
Ve sonunda şunu anlıyoruz: İnsan dediğin, bitmeyen bir yolculukta sürekli dönüşen biri. Duyguları sabit değil, düşünceleri hiç değil. Ama tüm bu karmaşanın içinde değişmeyen bir şey var: Kendi iç sesini duyan, kendini anlamaya gerçekten başlıyor.
Bütün bu düşünceler zihnimde dolaşırken içimde yavaşça sakinleşen bir ses hissediyorum. Belki de mesele her şeyi çözmek değil, bazı şeyleri olduğu gibi kabul edebilmektir. İnsan bazen sadece durmalı, nefes almalı ve kendi gerçeğini sessizce sahiplenmelidir.
Nazife Yalçın