Mumun titreyen alevi söndü sönecek, hep bu vakitlerde şafak çıkardı. Ellerimde akşamdan kalma limon kokusu, odanın köşesinde nazlı nazlı miyavlayan kedim gözlerini bana dikmiş aç, üşümüş belli. Yak şu sobayı ısınalım diyor. Sobaya elimi atıyorum, soğuk metal tenime nüfuz ediyor.
Yakacak bir odunun yok, güneş sana uğramaz olmuş getir de birkaç kağıt yakalım
Sobaya gözlerimi deviriyorum, hep pek bilmiştir. Tahta eski püskü masama geçiyorum. Sararmış birkaç kağıt kalmış. Onlara dayazsam soğuk beni öldürecek. Bu ikilemler öldürüyor beni! Masa lambam hemen atlıyor,
Ne okuyacaksın bugün?
Kafka diyorum, onun kadar karmaşığım bugün. Işığını doğrult da görelim. Saatler geçiyor sessizlik içinde. Kimseler konuşmaz ben okurken. Boşluk ve yalnızlık duyguları el ele ilerliyor. Ta ki kapımın zili çalana kadar
Mehmet Efendi kapıyı açınız, gazetenizi getirdim.
Homurdanarak kalkıyorum. Huzursuz hissederim her sabah şu Rüstem’i görünce. Kapıcı değildir o kesin akıl yoksunu dedikoducunun teki!
Yavaşça araladığım kapıdan gazeteyi vermesi için elimi uzatıyorum. Gözlerime bakıyor bir şey dememi bekler gibi. Derhal kapatıyorum kapıyı ve söyleniyorum,
Rüstem’e bak! Aklı sıra yine kendi kendine konuşuyor bu adam delirmiş diye millete laf uyduracak, ben deli miyim?
Diyerek duvardaki saate bir soru yöneltiyorum.
Ne delisi Mehmet Efendi? Siz ki sınırlarını yitirmiş yaşlı ve huysuz bir bunaksınız
Katıla katıla da gülmeye başlıyor, hep sinirlerimi zıplatır bu saat. Öfke ile evden çıkıyorum.
Gürültü kulaklarıma doluyor. İs kokusu başımı döndürüyor. Yamuk adımlarla mahalleyi baştan aşağı yürüyorum. Şu köşedeki manav bana pek takık, her seferinde selam verir.
Mahalledeki kadınlar taşa oturmuş, ben geçerken birbirlerinin kulaklarına eğilip
Dili yokmuş galiba
Yok yok hepten deliymiş!
Dilini kesip yemiş
Diye söylenirlerken içimden kahkahayı patlatıyorum. İnsanlar sana deli der ha Mehmet? Deli değilim ben korkuyorum sizden. Ağzınızdan çıkan laftan düşündüğünüz şeyden… Çok çektirdiniz bana vallahi konuşmam sizle!
Arabaların gürültüsü artınca kaskatı kesiliyor vücudum. Eve gideyim diyorum. Demir kapımı açıp içeri dalıyorum. Hala dargınım ya saate, yüzümü çevirmeden geçiyorum önünden.
Gün batıyor, ikindin vakti camın önündeki kırık saksı şarkılar söylüyor, türküler çığırıyor. Kırık saksım nedir bu mutluluk?
Vakit benim vaktimdir, güneş turuncu oldu mu canlanıverir çiçeğim.
Bir gülüşüyoruz. Sürahime bulanık sudan koyup çiçeğe can katıyorum. Kafamı pencereden uzatıp az aşağıya bakıyorum. Karınca kadar küçük insanlar var.
Köşede bir kadın kocasını azarlıyor delicesine, öbür yandan bir adam takip ediyor sarışın hanım kızı. Bakkal yine veresiye derdinde. Kasap da oturmuş kanlı önlüğü ile. Saksıdaki çiçek canlanıveriyor, ağzı dili açılıyor.
İki günlük ömrüm var birinci gün açıldı ağzım. Kırk yıldır buradasın iki kelam etmezsin şu insanlara. Ne tür senin yalnızlığın?
Kaşlarımı çatıyorum hemen çiçeğe. Hadsiz bundan sana ne? Belki biraz aksiyim belki biraz kederli. Hangi insanın umurunda? İki günlük ömrün var birisinde tutamadın çeneni, birinci vakitten gideceksin şimdi! Saksı yalvarıyor, ağlıyor ama nafile. İki elimle kavrayıp atıyorum aşağıya. Zaten kırık olan saksının parçalara ayrılışını izliyorum. Bir endişe bir hüzün kaplar şimdi içimi.
Güneş en turuncusunda, en parlak zamanında. Sıcak gözlerimi eritiyor, pencerenin mermeri ellerimi üşütür.
Attığım saksının yolundan gidiyorum aşağı doğru.
Gözlerim kapandı kapanacak
Ah diyorum,
Saat ile küs gidiyorum öbür dünyaya!
Esra YEŞİLDERE