“Bir evi yuva yapan duvarları değil, dualarıdır”
Uzun süredir, buna biz “yıllardır” diyelim… Sabahımız, öğlenimiz, akşamımız birbirinin sureti gibi, aynı yorgun ritimde sürüp gidiyordu. Saatin akrep ve yelkovanı sadece zamanı değil, çileyi de ölçüyor gibiydi. Hayat, babamın iflasıyla birden bire renklerini yitirmişti. Ne var ki, aslında o renklerin hiçbiri kaybolmamıştı. Biz sadece fark etmeyi bırakmıştık.
Babamın ticareti çöktüğünde, ardında ne para ne umut kalmıştı. Eldeki avuçtaki, hatıra diye saklanan yüzükten yıllardır biriktirilen yorgan altı bozukluklara kadar her şey satılıp harcanmıştı. Sabahları çay bulabiliyorsak ne ala… Yanında çoğu zaman kuru ekmek olurdu, ama bazen o da olmazdı. Peynir varsa ekmek yoktu, ekmek varsa peynir… İkisinin bir araya geldiği günse, bayramdan kalma bir ikram gibi hatırlanırdı. Öğlenler ise suskun ve aç geçerdi. Mideler değil ama zaman doyuyordu. Akşam olduğunda, marketlerin ucuz reyonlarından alınan hazır çorbalardan biriyle açlığımızı bastırırdık. Bazen onun yerine makarna olurdu. Kimi gün sadece su kaynardı ocağın üstünde. Çaya hayat veren fokur fokur su; kokusu bile bir sükûn getirirdi.
Evimizin önünde, azıcık bir toprak vardı. Bahçeydi ismi; ama biz ona “anne tarlası” derdik. Çünkü o küçük alanda annemin elleri, sabrıyla harmanladığı toprakla dua gibi bir şey ekerdi. Ne varsa bulur, ne yoksa arar, yıllar öncesinden kalmış marul, domates, soğan, salatalık tohumlarını itinayla saklayıp toprağa emanet ederdi. Toprağın içinden çıkan her yeşil parça, annemin duasıydı sanki. Çünkü onun için doğan her filiz, Allah’tan gelen bir tebessümdü. Biz, nasibimize razıydık. Çünkü annem, nasibin ne olduğunu bize aç karnımıza tok yürekle öğretiyordu.
Annem… O, sadece yemek pişirmezdi. Bir ocağı tutuştururken, bir aileyi de birbirine kenetlerdi. Açlığı doygunlukla, karanlığı nurla değiştirirdi. Sesi yumuşak, gözleri sabırlı, elleri bereketliydi. Yemezdi, yedirirdi. İçmezdi, içirirdi. Kendi içini susuz bıraksa da bizim susuzluğumuzu giderirdi. Sabahları erkenden kalkar, bahçeye inerdi. Soğuk ve ya sıcak havaya aldırış etmeden toprakla konuşurdu. Sanki her bir tohumu ismiyle çağırırdı. Gözlerinden, toprağa anne sevgisi damlardı.
Babam mı? O da elinden geleni yapmaya çalışırdı. İş yoktu, güç yoktu. Vardıysa da günlük işlerden öteye gitmezdi. Evin geçimini sağlayacak düzenli bir gelir yoktu ama… annemin yüreği bu yokluğun hepsini birer birer sabırla, kanaatle, tevekkülle tamamlardı. Babamın zamanla kırılan hevesini, annem gözyaşlarını göstermeden tamir ederdi. Her akşam babamın boş ellerine rağmen dualı bir teşekkürle yaklaşırdı ona. İşte o yüzden biz çocuklar, gözümüzü annemize çevirdik her seferinde. Babamızın suskunluğunda bile bir onur, bir gayret vardı. Onun gözlerinin arkasındaki utancı annemin duası örterdi.
Biz yedi kardeştik. Bir avuç yoksulluğun ortasında filizlenen yedi çiçek… Her birimiz başka bir okulda okurduk. Okumaktan başka şansımız yoktu. Çalışkanlığımız, açlığımızı bastıran ekmekti. Kitaplarımızı değiş tokuş okurduk. Defterlerimizin boş sayfalarını bir diğer yıl gururla kullanırdık. Kalemlerimizi küçüldükçe daha çok severdik çünkü kalemin boyu kısaldıkça içindekiler çoğalırdı. Öğretmenlerimiz bazen bu mücadelemizi görür, sessizce bir yardım eli uzatırdı. Ama çoğu zaman, yoksulluğumuzun en yakın tanığı sadece Rabbimiz olurdu.
Tek katlı, yamaçta bir gecekonduydu evimiz. Yazı kısa, kışı uzun bir memlekette yaşıyorduk. Soğuk mu? Evliya Çelebi’nin donduğu yerdi belki. Sadece bir soba yanardı, oturma odasında. Diğer odalarda battaniyelere sarılarak ısınmaya çalışırdık. Ama o soba yalnızca evi değil, gönüllerimizi de ısıtırdı. Annemin elleriyle yaktığı her kömür, sabrın ateşine dönüşürdü. Sobanın başında annem, bazen Kur’an okur, bazen dua eder, bazen sessizce gözlerini kapatır, içinden geçenleri Allah’a anlatırdı.
Böylece yıllar geçti. Bir ömür değil ama bir devirdi yaşadığımız. Yaklaşık on yıl boyunca bu yoksulluğun içinde büyüdük. Fakat büyümek sadece boyumuzun uzaması değildi. Biz yürekten büyüdük. Sabırla, emekle, inançla… Okuduk. Gece gündüz demedik. İstikbalin yoksullukla değil, gayretle ölçüleceğine inandık. Ve o gün geldi… Rabbim, açılan ellerimizi boş çevirmedi. Yavaş yavaş meyvelerimizi toplamaya başladık. Kimimiz öğretmen, kimimiz avukat, kimimiz ilahiyatçı, kimimiz hafız, kimimiz memur olduk. Okudukça, yükseldikçe, annemizin toprağa ektiği duaların yeşerdiğini gördük. Her bir başarı, annemin bir duasının yankısıydı.
Bugün güzel bir bahar sabahı. Annem, yürek bahçelerimize yeniden tohum ekiyor. Eskisi gibi eğiliyor toprağa, dualarıyla harmanladığı ahlak tohumlarının filizlenip boy vermelerine şükrediyor. Ama şimdi yorgunluğu biraz daha fazla. Ellerindeki çizgiler daha derin, Fakat hâlâ aynı bereketi taşıyor. Biz yedi çiçek, onun dibine tutunmuş fidanlar gibiyiz. Köklerimiz onun yüreğine bağlı.
Anne yüreği, bir bahçedir;
İçinde sabır büyür, dua açar, merhamet meyve verir.
Ve biz, onun yüreğinde yeşeren yedi çiçeğiz… Bugün Anneler Günü. Ve biz biliyoruz ki, bütün ödüller, bütün hediyeler, bütün çiçekler yetersiz kalır…
Çünkü bir annenin yüreği, yalnızca bir gün değil, bir ömür boyu bayramdır.
Mİ-SA-FİR YUNUS YILMAZ