(GOCU DEYMEN)
Koca Değirmen, çatısı kara kiremit döşeli uzunlamasına kocaman bir taş binaydı. Adına yaraşır şekilde tek kanat kocaman bir ahşap kapısı vardı. El yapımı kocaman kocaman demir menteşelerle yerine tutturulmuştu. Ağır kapı yarı aralık duruyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Herhalde değirmene en erken gelen müşteri olarak ilk sırayı kapmıştım. Boştaki elimle kapıyı ittim. Kocaman kapı gıcırdayarak yavaşça açıldı. Kapının boşluğundan yüklü bir hayvan geçebiliyordu. Eşeğimi çekip soğuk, nemli ve loş bir ortamda sepetligin önüne kadar ilerledim. Sepetliğin sağ tarafdaki değirmen çarkının bulunduğu çukurdan yüzüme doğru serin su buharı ile birlikte yosun kokuları geliyordu. Zaten su değirmeni, altından su geçen ev gibi bir yerdi. Zamanla taş duvarlara, kirişlere ve çatının ücra köşelerindeki örümcek ağlarına yapışan un tozları bu eve esrarengiz bir görünüm katıyordu.
Değirmen arkından gelen su “Ger Oluk” denilen ahşap direkler üzerine tutturulmuş köşeli bir oluktan, “Ambar Oluk” denilen yine tahtadan yapılmış ve metal çemberlerle güçlendirilmiş, dondurma korneti biçimindeki büyük bir oluğun içerisine akardı. Bu dev oluk bir nevi baraj görevi görürdü. Ambar oluğun dibindeki “Poyra” denilen dar bir delikten tazyikle fışkıran su, değirmen çarkını döndürdükten sonra taş duvardaki kemerli dar bir tünelden, sanki azgın bir canavarın ağzından fışkırıyormuşçasına “Hor, hor, hor” sesler çıkararak değirmenin dışına çıkardı. Belki de bu yüzden oraya “Domuzluk” deniyordu. Domuzluğun sekiz on metre aşağısında, arkın üzerinde bir taş köprü vardı. Yaz aylarında o köprüden geçen insanlar durup domuzluğa doğru döner ve yüzlerine çarpan serin su damlacıklarıyla ferahlamaya çalışırlardı. Değirmen taşının durdurmak için bir fren sistemi yoktu. Değirmenci, değirmen taşının sol tarafında zemine doğru inen bir kalasın üzerindeki kolu yavaşça çeker, geri düşmemesi için önüne bir çatal kazık dayardı. Bu kalasın ucundaki başka bir tahta poyradan çıkan suyu perdeler, değirmen çarkına su ulaşmadığı için bir süre sonra değirmen kendiliğinden dururdu. Bu arada Hayrettin ev gibi bir yere girmiş olmaktan tedirgin olmuş, ön ayaklarını sertçe yere vuruyor, arada bir başını iki yana sallayarak kulaklarını şapırdatıp, sinekleri kovalıyordu.
Giriş kapısının sağ tarafında sıra bekleyen müşterilerin eşeklerinin bağlandığı büyükçe bir ahır vardı. Ahırdaki diğer eşeklerle geçinemeyen “Geçimsiz eşekler” değirmenin dış tarafındaki çimenlik alana çakılan kazıklara bağlanırdı. Giriş kapısının sol tarafında ise kocaman bir yerli ocaklık vardı. Ocaklığın önünde, halı büyüklüğündeki bir alana tahtalar serilmişti. İnsanlar bu alana ayakkabılarını çıkararak gelirlerdi. Yıllardan beri üzerine oturulup kalkılan tahtalar cilalanmış gibi parlardı. Normal zamanlarda dikdörtgen biçimindeki bu tahta alanın kenarları buyunca un ya da buğday çuvalları dizilir, ısınmak için ocağın karşısına oturan insanlar bu çuvallara yaslanırlardı. İsli duvardaki paslı bir çiviye asılı minik bir kandil, titrek ışığı ile çevreyi aydınlatırdı. Soğuk kış günlerinde ocağa bolca odun atılır, değirmen taşının tekdüze gürültüsü eşliğinde, biraz yüksek sesle ocak başı değirmen sohbetleri yapılırdı. Arada bir acıkanlar değirmenciden biraz un ister, çukurca bir kâse içerisinde su ve tuz ilave ederek tek elleriyle yoğurdukları koyu kıvamlı hamuru, poğaça gibi şekillendirip ocağın kenarındaki küllerin içerisine gömerlerdi. Bir süre sonra pişen poğaça küllerin içerisinden çıkarılıp güzelce silkelenir, orada bulunanlar arasında paylaşılıp çayla beraber yenirdi.
Ancak o gün etrafta kimsecikler yoktu. Yerli ocağın arkasında bir tarafı yanmış kütüğün üzerindeki közler küllenmeye başlamıştı. Ocaklığın sağ tarafındaki loş bir alanda bir çuvala yaslanmış kocaman bir palto duruyordu. Paltonun üzerinden sekiz köşeli bir köylü şapkası görünüyordu. Paltonun altında uyuklayan biri olmalıydı. Onu rahatsız etmemek için sessiz olmaya özen gösteriyordum. Hayrettin de en az benim kadar anlayışlıydı.
Buğday öğütme sırası bende olduğuna göre çuvallarımı sepetliğin yakınında bir yere indirebilirdim. Etrafıma bakındım. Taş duvara yaslanmış bir eşek dayağı duruyordu. Eşek dayağının eşek dövmekle veya eşeğin dayak yemesi olayıyla bir ilgisi yoktu. Eşek dayağı, eşek yüklenirken ya da yükü indirilirken dengesinin bozulmaması için yükün altına konulan, genellikle çatal uçlu bir değnekten ibaretti. Eşek dayağını buğday çuvalının üzerindeki ilmiğe geçirerek yere dayadıktan sonra, öbür taraftaki çuvalın ilmeğini çözüp dizimin üzerinden kaydırarak yavaşça yere indirdim. Hayrettin uslu bir hayvandı. Ben bu işleri yaparken yerinden milim kıpırdamıyordu. Babam nesine hayret ediyordu, anlamıyordum. Sonra eşeğin öbür tarafına geçip bir dizimi çuvalın altına destek yaparak dayağı çıkarıp kenara attım. İlmeği çözdüm ve ikinci çuvalı da aynı şekilde yavaşça yere indirdim. Bu işleri dağdan odun getirirken birkaç kez yaptığım için biliyordum. Urganları dikkatlice toplayıp eşeğin arka semer ağacına astıktan sonra eşeği çekerek giriş kapısının sağ tarafındaki ahırlardan birisine bağladım. Hayrettin hemen yerde bulduğu kurumuş eşek tezeklerini koklamaya başladı. Tezeklerin kokusu kendisine ne hatırlattıysa artık heyecanla bastı yaygarayı. Ben buğday çuvalının birisini kucaklayıp sepetliğin üzerine koyarken, paltonun altında uyuklayan Değirmenci Süleyman Dayı da eşeğin sesine uyanmıştı.
İçerisine öğütülecek buğdayların doldurulduğu, dört köşeli ahşap bir huni gibi aşağıya doğru gittikçe daralan tekneye “Sepetlik” denirdi. Öğütülecek buğdaylar çuvaldan buraya boşaltılır, en dipteki küçük bir delikten geçerek “Kaşıklık” denilen ahşap bir oluğun içerisine akardı. Oluğun ucundan da değirmen taşının ortasındaki deliğe dökülen buğdaylar, alttaki sabit ve üstteki döner taşların arasında öğünerek un haline gelirdi.
Değirmen çalışırken sepetliğin içerisindeki buğday yığınının ortasında giderek derinleşen bir çukur oluşurdu. Bu bana bir oyuncakmış gibi gelirdi. Daha küçük yaşlarda babamla değirmene geldiğimizde bu olayı izlemeyi çok severdim. Sepetliğin içerisinde tek bir buğday tanesi bile kalmayıncaya kadar buğdaylar kendiliğinden aşağıya akardı. Değirmen taşının göbeğindeki delikten yukarıya doğru çıkan ve değirmen taşı ile birlikte dönen köşeli bir çubuk kaşıklık denilen ahşap oluğu sallar, bu titreşim nedeniyle buğdaylar değirmen taşının boğazına dökülürlerdi. Değirmen taşının ortasındaki deliğe “Değirmenin Boğazı” denirdi. O kadar tahılı yer bir türlü doymak bilmezdi. Bükülmüş kalın bir sicimin ucundaki ahşap bir makara ileri geri döndürülerek kaşıklığın yüksekliği ayarlanır, böylelikle istenilen miktardaki buğday tanesinin değirmen taşının boğazına dökülmesi sağlanırdı. Değirmenci zaman zaman değirmen taşının önündeki teknenin içerisine dökülen unu eliyle kontrol eder, makarasını döndürerek en kaliteli unu elde etmeye çalışırdı. Kenarındaki sıra sıra çentiklerle o makara da bir oyuncağa benzerdi. Tamamına yakını ahşap olan değirmenin bütün aksamları tek tek elde yapılmıştı. Bu yüzden her şey bana oyuncakmış gibi gelirdi. Çünkü biz de oyuncaklarımızı kendimiz elde yapardık. (Devam Edecek)
Sevgilerimle
Necati KüçüK
( Az Efe )