1.BÖLÜM
Tüm kasabada rüzgârın ıslığı derin sessizliği yırtıyor. Taş evlerin ahşap taraçalarında bulunan ve bereket getirdiğine inanılan at nallarının sesleri de akşama ahenk katıyordu. Balaton gölü kurbağaları da bu sese eşlik edip boğazlarını şişiriyorlardı. Havanın gümüşi berraklıkta oluşu, Csilla’nın Arnavut bacası çıkıntısı üzerinden parıldayan ayı görmesine yardımcıydı. Günbatımının yavaş yavaş solan renklerinin ardından gölgelerin ince sokakları yalamasına dek pencerede çırpınan ve birleşip ağırlaşan yağmur damlalarını izlemeye dalmıştı Csilla.
Ta ki kedisi Smaragd duvara mıhlanmış ahşap tezgâhın üzerine atlayana dek. Hafif bir irkilmeyle mitsel zamandan ayrılmıştı. Kedisinin bunu yapmasından hoşlanmazdı. Tezgâh epeyce karışıktı. Üzerinde insanlara şifa vermek için hazırlanan otlar, kökler, özel çaylar, yaraya konulan lapalar, merhemler ve bitkilerden elde edilen masaj yağlarının yanı sıra çömlek kaplar, imbik, havan ve bazı asitler vardı. Csilla, Smaragd’ın zarar görmesini istemezdi. Ani bir hamleyle kediyi tutup boynunu okşayarak yere bıraktı. Simsiyah tüyleri, göz alıcı zümrüt rengi gözleriyle istifini bozmadan Csilla’nın bacaklarına sürünerek yerde serili at derisi üzerinden geçip köşesine gidip uzandı kedicik. O sırada dış kapının gıcırtısı geldi. Bahçeye çıkan kişi Csilla’nın dünyada sahip olduğu tek akrabasıydı. 60 yaşını devirmiş olsa da gayet dinç bedeni ve elmas gibi sert bir ruhu vardı dedesinin. Yağmurun dinmesiyle çıplak ayaklarını ıslak toprağı daha fazla hissetmek istercesine bastıra bastıra Balaton Gölü’ne doğru ilerledi. Rüzgârdan saçılan karahindiba tüyleri Nap’ın ağzından dökülen ilahi ile dans ediyordu adeta! Nap, evinin etrafında bulunan yalnız ağaca beyaz tuğ bağlayarak geri döndü.
Csillaya bitkileri tanımayı, toplamayı, kurutmayı ve damıtmayı ayrıca hangi madenin nereden nasıl çıkarılacağını tüm bunların inceliklerini ismi Güneş anlamına gelen dedesi öğretmişti. Csilla ahırı temizlemek, hayvanları yemlemek, sebzeleri sulamak ve toplamak, yemek yapmak gibi günlük işlerden sonra odasına çekilir. Ritüel için gerekli malzemeleri tazelerdi. En sevdiği zamanlar ise atı Venüs sırtında dolaşmak ve bir ritüel sonrası dedesine hediye edilmiş olan teleskop ile parıltılara dokunmaktı. Kendisini dünyadaki kötülüklerden uzak, parıltılara yakın görmüştü her zaman. Teleskop başında hiç görmediği anne ve babasına daha yakın hissederdi. Göktepeye tutkusu da bu yüzdendi.
Tihany Yarımada’sında hatta Macaristan’da kız çocuklarına değer verilmezdi. Bu nedenle Nap, Csilla’yı eve gelen misafirlerin görmesini istemezdi. O, Nap için kızı Aranyozas’dan geriye kalan inciydi. 17 yaşına bastığında annesine benzerliği şaşkınlık uyandıracak derecedeydi. Aynı onun gibi bebek sarısı uzun saçları, ince düzgün fiziği, hayranlık uyandıran bir yüzü vardı. Csilla’yı kucağına aldığı gün onu korumaya yemin etmişti. Nap kadın ya da erkek ruhunun birbirinden farklı olmadığını ancak birlikte anlamlı olduğunu biliyordu. Kadınların ev işleri ve bebek bakmak dışında faaliyetler göstermesi nadir görülürdü. Nap, bunun aksi olması gerektiğini düşündüğü için ne biliyorsa Csilla’ya öğretmek istedi. Nap, ruhlarla temas haline geçebiliyor bu özelliği sayesinde mistik parçalanabiliyordu. Yaptığı ritüellerde hastanın bedeninden çıkıp gitmiş olan ruhunu arar, bulur, getirir, yerine koyar (hastalığı iyi eder) Böylece ruh ile sıkı temas halinde olurdu. Şifa vermeyi sadece ritüele ve ruhlara inananlar için kabul ederdi. Hem inancı hem acısı olan bu ritüelleri gizli yapardı. Güvendiği kişiler aracılığı ile uzak kasabalardan gelen ziyaretçileri bile olurdu.
O dönemde simya ile uğraşmak, şifa vermesi için karışımlar hazırlamak cadılık olarak görülüyordu. Birinin cadılıkla suçlanması için kanıta gerek yoktu. Cadı davaları hakkındaki bir kitaba göre davaların tek amacı sanığın ikna, baskı ya da zorlama yoluyla itirafta bulunmasını sağlamaktı. Cadılıkla suçlananların sayısı artmış. Cadı olarak ilk avlananlar şifacılar ve ebeler olmuştu. Csilla’nın annesi ve babası da ilaç yapmak için gece ormanda adam otu, kurtboğan, sedef otu ve güzelavrat otu toplamaya çıktıklarında yakalanmışlardı. Aranyozas’ın ebe oluşu, büyü ile gençleştirici etkisi olduğu düşünülen plasentanın ebelerde bulunması nedeniyle cadılık suçlamasını güçlendirdi.
Sabahın altın hüzmesi yere inmeden önce yapışkan bir alacakaranlıkta ormanda kazıklara bağlandılar. Koca bir ateş yakılmıştı ve Nap geldiğinde her şey için çok geçti. Tek yapabildiği kızının Csilla’yı sakladığı yerden kucaklayıp kasabadan hızla uzaklaşmak oldu. Bu gücü ona Csilla vermişti. 3 yaşındaki masum Csilla olmasa, Nap orada kızıyla birlikte ölmek isterdi. O ıstıraplı gece ne zaman aklına gelse Aranyozas’ın çığlıklarla alevlere teslim oluşu kulaklarını tırmalar, göğsü nefes almasını zorlaştıracak ağır karanlık bir dumanla dolardı. Bundan Csilla’ya asla bahsetmeyecekti.
Bu evin yardımcısı Aneska, dul olduğu için her zaman siyah giyinmek gibi ağır bir geleneğe uymak zorunda olan bilgin bir kadındı. Dört çocuğuna bakabilmek için çalışmak zorundaydı. Nap’a minnettardı. Daha önce kasabalı tarafından dışlanmış ve ne bir iş ne de kuru ekmek bulabilmişti. Bu çiftlikte çalıştığı için sevildiği de söylenemezdi. Salı, çarşamba ve cumartesi günleri dışında Nap’ın küçük çiftliğine yardıma gelirdi. Nap’ı elinde küçük yavrucakla buraya taşındığından beri tanırdı. Csilla, Aneska’nın elinde büyümüştü. Ona hem bir anne şefkati göstermiş hem de iyi bir muallime olmuştu. Csilla’ya on birinci yaş gününde ailesinden kalan ejderha başlı gaydayı o hediye etmişti. Csilla arka bakçede veya kayranda gaydasını üflerken yaptığı işler onu hiç yormazdı.
Özellikle sis çöktüğünde kapısındaki boğa başı iskeletiyle çok ürkütücü görünen evde bu kadar huzurun olması fikrini düşünmek kasabalılar için zor olurdu. Sadece balık tutmak için sandallara bindiklerinde eve yaklaşma cesaretini gösterebilirlerdi.
Csilla bir gün gaydasını sırtına asıp Venüsle ormana doğru ilerledi. Ritüel için gerekli olan ve bu ormanda çok nadir bulunan ayahuasca bitkisini aramaya çıkmıştı. Venüs’ün dizgin kolunu bir ağaca dolayıp pelerininin ve beyaz elbisesinin mavi renk çiçek kroşelenmiş etek uçlarını topladı. Deriden olan kahverengi kısa bağ bozumu çizmeleri ile tek bir hamleyle aşağı süzüldü. Eldivenlerini çıkartıp sepetin yanına koydu. Pelerininin külah başlığını açıp saçlarını rüzgâra bıraktı. Küçük tepenin üzerine tırmanıp Balaton Gölü ile çelik mavisi gözlerini aynı hizaya getirdi. Oğlak derisinden yapılma şişirilmiş tulumun körüğünü koltuk altına aldı ve nefes vermeye başladı. Her nefesinde eğilip bükülüyor, ayağını yere vurarak güç alıyordu. Ağaçların arkasından onu hayranlıkla izleyen bu tınıdan büyülenen gencin farkında değildi. Oszkar, Aneska’nın en büyük oğluydu. Ahşap oymacılığı yaparak ailesine katkıda bulunuyordu. Neredeyse kasabada hemen her evde çalışmıştı. Yaptığı kapı, pencere ve masa-sandalye işlemelerinin ünü tüm yarımadaya yayılmıştı. Kehribar renginde badem gözleri, kumral kulak memesi hizasındaki dalgalı saçları ve kaslı vücut yapısı olan uzun boylu, yağız bir delikanlıydı. En güzel odunları kesmek ve atölyesine götürmek için oradaydı. Kamıştan çıkan ses ruhunu tutsak etmişti. Sonsuza kadar o anda kalmak için yalvarıyordu içinden. Csilla’nın kamış borunun parmak deliklerine ipeksi dokunuşlarını daha yakından görmek için kendisini belli etme riskini göze almıştı. Csilla’nın hisleri annesi kadar keskindi. İzlendiğini hissedip gözünü engin mavilikten ayırdı ama etrafa bakmaya cesaret edemedi. Gaydayı sırtına atmasıyla atını çözüp üstüne atlaması bir oldu. Venüs etrafı toz dumana boğarken Oszkar’ın yanından geçti. İki çift göz birbirine kenetlendi. Venüs dörtnala koşarak uzaklaşırken arkasına bakmadan başlığını kapattı ve çiftliğe girdi. Artık güvendeydi Csilla lakin yüreği hızla çarpmaya devam ediyordu.
Bir an önce kendisine gelip ritüel için hazırlık yapmaya başlaması lazımdı. Smaragd’ın tüylerini okşamayı bırakıp ayağa kalktı. Bu gece misafirleri olacaktı. Ritüel odasının sarkıt avizesinin mumlarını yaktı. Gerekli enerji taşlarını dizdi. Çeşitli otlar yaktı ve dumanını odanın her yerine sinmesine özen göstererek gezdirdi. Ayrıca bolluk ve bereket getirmesi için nar bitkisi, sonsuzluk vermesi için hayat ağacı, güç vermesi ve koruması için çift başlı kartalı odanın köşelerine koymayı ihmal etmedi. Önceden gördüğü kabuslar, sıçrayarak uyanmaların yerini dinginlik ve huzur almıştı. Dedesi iki yıldan beri ritüel sırasında odada bulunmasına izin veriyordu. Beyaz elbisesini giydi saçlarını ördü. Çiçekli tacındaki mavi renkli ipek duvağını yüzünü saklamak için örttü.
Odaya gelen dedesi deri pantolon giymişti. Çıplak üstüne hayvan kemiği kalıntıları dikilmiş olan uzun deri bir yelek aldı. Çıplak kollarında ritüellerden kalma yanık izleri ve bitkilerden elde ettiği boyar maddeler ile çizdiği işaretler vardı. Csilla dedesinin simsiyah omzuna dökülen saçlarını ördü. Geçen yaz ormanda yaralı halde buldukları ve tedavi ettikleri baykuştan kalan tüyleri örgü aralarına iliştirdi.
Nap, ritüel için kapıda hazır bekleyen hastayı davet etti. 30’lu yaşlarında çelimsiz bir adamdı içeri giren. Yere uzanması işaret edildi. Adam söyleneni yaparken Nap, tepsideki otlardan seçerek ağzına attı ve çiğnemeye başladı. Bir elini adamın sekiz çakrasında sırasıyla gezdirmeye başlarken diğer eline aldığı tefi çalmaya başladı. Bir taraftan da bazı kelimeleri fısıldayarak tekrar ediyordu. Git gide odanın sıcaklığı artmaya başladı. Duvara asılı meşaleler titriyor. Gölgeler duvardan duvara koşuyordu. Nap yerde yatan adamın avuç içindeki noktaları tırnaklarıyla çiziyordu. Ağzında çiğnediği otları çıkarıp kanayan yerlere yapıştırıyordu. Nap, avuç içindeki noktaların iç organlar ile bağlantısını kullanıyor. Ruhlar ile temas haline geçiyordu. Hastalığın nedenini bulmuştu ama geri dönmekte zorlanıyordu. Ağzından köpükler çıkıyor, göz bebekleri sınırları zorlarcasına büyüyordu. Bu ritüel zor geçiyordu. Ter banyosu yapan Nap’ın dudakları çatladı, beyaz teni kızarmanın ardından morarmaya başladı. Nefesi kesilmiş gibiydi. Csilla çok endişelendi ama bulunduğu yerden kıpırdayamazdı ayrıca ritüel süresince Nap’ a dokunması da yasaktı. Huysuzlanan yerinde duramayan Venüs’ün sesi ve Smaragd’ın tıslaması ağırlaşan tef sesine karışıyordu. Nap’ın adamla işi bittikten sonra boynunda asılı olan yuvarlak delik şeklindeki bakır nesneyi tuttu ve dudağından şu kehanet döküldü:
Ne kadar çoksa o kadar az gördüğün bir günde bilinmeyenden gelen bir ihaneti hissedeceksin.
Kendine geldiğinden beri bu kehaneti tekrarlamıştı. Güneşin doğumuna az bir zaman kala günü karartan olayları düşündü. Evet karanlıktı bu çocukken yaşamıştı evet. Kehanette bahsedilen Güneş tutulmasıydı. O dönemde insanlar buna anlam veremese de Nap’ın kitaplarında böyle bir olaydan bahsediliyordu. O gün geldiğinde hazır olacaktı.
Dumanı üstünde ekmek ile egzotik baharatlı yahni çorbası ile odaya girmişti Csilla. Dedesi için çok endişeliydi. Nap, çorbanın soğumasını beklemeden yemeye koyuldu. Gücünü toplaması için uyuması gerekiyordu. Uyumadan önce Csilla’ya tanımadığı hiç kimseyle konuşmaması gerektiğini ve aile sırlarını kimseyle paylaşmaması gerektiğini hatırlattı.
Oszkar ormanda gördüğü yarı tanrıçaya benzer kızı bir türlü aklından uzaklaştıramıyor. Ne yaparsa yapsın işine odaklanamıyordu. Iskarpelanın eline verdiği zararı bile o gün gördüklerinin bir hayal olmadığını kendine ispatlamak istercesine ormandan aldığı eldivenleri tuttuğunda hissetmişti. O gece evde annesinin ağzını arasa da istediği gibi bir cevap bulamadı. Aneska, Nap’ın isteği üzerine o çiftlikte bir kızın yaşadığından hiç kimseye bahsetmemişti. Bundan sonra da bahsetmeye niyeti yoktu. Oğluna bile söyleyemezdi. Oszkar, kızın atı çiftliğe sürdüğüne emindi oysa ki. Bu cevaptan pek tatmin olmadı. Günlerce aynı saatlerde onunla karşılaşma umuduyla ormana gitse de onu göremedi. Yine de vazgeçmedi.
Son zamanlarda çiftliğin misafiri artmış. Bu durum kasabadakilerin dikkatini fazlaca çekmişti. Tüm meraklı gözler çiftliğin üzerindeydi. Ayrıca her kafadan bir ses çıkıyor çiftlikte yaşayan zararsız insanlara öfke daha da artıyordu. Yakın zamanda yarımadadaki yaşlı bir kadının cadılıkla suçlandığı ve türlü işkencelerin ardından ölüm cezasına çarptırıldığı kulaktan kulağa yayılmıştı. Bunu fırsat bilen kasabalılardan biri merakına yenik düşerek Nap’ı suçladı. Kasabadan ödünç aldığı bir at ile civardaki kasabalara bizzat kendisi gidip bu suçlamayı yaydı.
Haberin yayılmasıyla kendilerini cadı avcıları olarak tanıtan bir grup kısa sürede suçluların kaç kişi olduğunu tespit etmek için görevlendirdikleri üyelerini yola çıkardılar. Kasabada keşif yapan casusun topladığı bilgiler ışığında verilecek ceza belliydi. Gün batımındaki kan şöleni için hazırlığa başladılar.
2. BÖLÜM
Önceki Bölümde; Şaman olan Nap’ın yaptığı ritüeller çabalarına rağmen saklı kalamamıştı. Ritüel sırasında dudaklarından dökülen kehanet gerçekleşmeye başlamıştı. Cadı avcıları yola çıkmışlardı. Bu dünyadaki tek isteği kızı Aranyozas’ı vahşice öldüren fena kalplerden torunu Csilla’yı korumaktı. Tabularına bağlı kalmayı seçen Nap, düşmanı olan korkularının karşısına çıkmaya karar vermişti.
***
Csilla tüm öğleden sonrasını kitap okumaya ayırmıştı. Dedesi bu el yazması kitapları üstün gayretlerle toplamıştı. Ayrıca Nap, oğlak derisini işleyerek parşömen haline getiriyor Csilla’nın ileriki zamanlarda yararlanabileceği bir günlük hazırlıyordu. Bu günlük, çeşitli hastalıklara iyi gelen sayısız bitkisel tarif içeriyordu.
Öğle vakti ay, yeniay evresindeydi, Dünya ve Güneş ile dik olarak aynı yörüngede çakışmasına az bir zaman kalmıştı. Nap, korkularını bir kenara bırakıp bu güne hazırlanmıştı bile. Csilla’ya taşıyabileceği kadar az eşyasını yanına almasını ayrıca cıva ve altın gibi değerli madenleri de çantasına koymasını söylemişti. Csilla duyduklarına anlam veremese de bir taraftan pervane gibi odada dönerken kafasının üstündeki kara pusla yerinde duramayan Nap’ın huzurunu kaçırmak istemediği için tek soru bile sormamıştı.
Kasabadaki çalkantıların yerini derin bir sessizlik almış göktepedeki güneşin bir görünüp bir kaybolması tüm renkleri karıştırıp havayı bulanık hale getirmişti. Tam tutulmadaki parıltısız, karanlık gökyüzü, sevgisiz insanların içindeki boşluğa tutunuyordu. Bu kasvetin sorumlusu belliydi ve cezalandırılması gerekliydi diye düşünenlerin sayısı artmıştı. Kasabalarında cadı istemiyorlardı. Gün ışığının gelmesiyle tekrar işlerine dönmüşlerdi.
Nap, güneşin batışına az bir zaman kala tehlikede olduklarını ve bu kasabadan uzaklaşması gerektiğini söyledi Csilla’ya. Csilla bunu bir türlü kabul etmiyordu. Nap, Csilla’nın yüzünü ellerinin arasına alıp Lara diye seslendi. Ne zaman ciddi şeyler söylemeye kalksa ışığım diye seslenirdi. Kendisine zarar gelmeyeceğini, kalıp direneceğini, evlerini ve hayvanlarını koruması gerektiğini söyledi. Vakit geldi dedi.
Csilla, karanlığa karışmak için hazırlığını yaparak siyah gömleği üzerine kalın askılı siyah elbisesini giymiş ve saçlarını başının arkasında toplamıştı. Son olarak pelerinini giyip başlığını örttü. Dedesine sarıldı. Lütfen beni bırakma derken sesi yaşlı bir kadının sesi gibi yorgun ve ağırdı. Gözleri buğulu Nap, henüz tamamladığı günlüğü verdi Csilla’ya. Son sayfalarında ailemizle ilgili merak ettiğin her şey var. Bu şekilde öğrenmeni istemezdim dedi. İnce belinin iki yanından kavrayıp yukarıya kaldırdı ve ata binmesine yardım etti. Onu kayranda güvendiği birinin beklediğini ve karşılaştığında ‘’Gri kurt’’ parolasını duymadan güvenmemesi gerektiğini söyledi. Çantayı dizlerinin arasına sıkıştırdı, iki başlı obsidyen hançeri elbisesinin kuşağına yerleştirdi ve Venüs’ün kalçasına tokat attı.
Kısa sürede kayrana varan Csilla, Venüs’ün yularını çekerek etrafında bir tur attı. Göktepe bu akşam çok açık ay her zamankinden daha parlaktı. Duyduğu çıtırtı kalbinin hızla çarpmasına yol açmıştı. Venüs’ü sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Ona doğru gelen adamı baştan ayağa inceliyordu. Korkma diyerek bir eli havada yaklaşıyordu sesin sahibi. Bana güvenebilirsin! Parolayı söyle dedi Csilla bir eli hançere giderken. Gri kurt diye fısıldadı Oszkar tüm yüzünü saran gülümsemesiyle. Daldığı hayal aleminden ‘’Hadi gitmeliyiz!’’ diyerek uyandırdı onu Csilla. Dedem bu adama güvenmekle hata yapmış olabilir mi? Diye düşündü gözlerini devirerek. O sırada kasabanın kuzeyinden ellerinde meşaleler olan atlılar girdiğini gördüler. Oszkar paniğe kapılmıştı. Hazırladığı sandala binmek için artık geçti. Sandala binmeyi başarsalar bile kendilerini açık etme ihtimalleri yüksekti. Bu nedenle ormanda saklanmak daha güvenli diye düşündüler.
Kasabadaki meraklı gözler evlerinin pencerelerinden gizlice atlıları izliyordu. Ellerinde, ortasında iki ucu sivri çatal şeklinde deri yapıştırılmış ve kırmızı renkteki üçgen kumaş parçaları asılı oklarla baltalar bulunan atlılar göründü. İnsanlar, atlıların görüntüsü içlerini ürperttiği için evlerinde kalmayı tercih etmişlerdi.
Csilla attan indi ve ağaçların sıklaştığı yöne doğru ilerledi. Oszkar ‘’Bekle, nereye gidiyorsun?’’ diyerek seslendi arkasından. Csilla sessiz olmasını ve onu takip etmesini işeret etti. Taşların ve yosunların üzerine basmaya özen göstererek keçi yolunu takip ettiler. Csilla nihayet durdu ve kuru çalıları kaldırdı. Çantasını boşluğa bıraktı. Oszkar’a önden gitmesini işaret etti. O ise bir anlığına duraksadı çevresine baktı daha sonra kızın gözlerindeki cesareti gördü. Onun ne yaptığını bildiği hissiyle rahatlamıştı ve tereddüt etmeden ellerini çapraz şekilde omuzlarına koyup boşluğa kaydı. Burası bir mağaraya benziyordu. Csilla’da çalıları kendisine doğru çekti girişi kapatmaya çalışırken kendisini aşağı bıraktı. Ardından Oszkar’ın kollarına yumuşak bir iniş yaptı. Tehlike geçene kadar bu bilinmeyen kadim tapınakta beklemek zorundalardı. Tavanın yükseldiği yere doğru emekleyerek ilerleyip rahat hareket edebilecekleri küçük, taştan bir odada durdular ve şimdilik güvende olduklarını düşünüp oturdular.
Csilla’nın aklı dedesindeydi. Oszkar’ın bitmeyen soruları arasında bir taraftan da günlükte yazılanları merak ediyordu. Avuç içinde tuttuğu kuru otları çakmak taşıyla yakmayı başarmıştı. Çantasından içi hayvan yağı ve bitki esansı karışımıyla dolu bir boynuz çıkardı. Kıvılcıma sahip otları, boynuzun ortasında duran kara yosunundan yaptığı fitile doğru yaklaştırdı. Artık günlüğü okuyabilir endişelerine biraz ara verebilirdi. Günlüğün arka kapağını açtı. Yağ lambası tükenmeden son sayfalarını okumaya başladı. Her satırda gücü daha çok tükeniyor. Koyulaşmış mavi gözlerinden süzülen yaşlar pembe yanaklarından günlüğe damlıyordu. Karşı köşede oturup ışığın Csilla’nın yüzündeki acı yansımalarını izleyen Oszkar, daha fazla dayanamadı kararsız adımlarla ona doğru gelip yanına oturdu ve Aneska’nın onu uyutmak için söylediği ninniyi mırıldandı. Csilla’ya tanıdık gelen bu ezgi onu uysallaştırdı. Saçlarını açıp serbest bıraktığında ortamı saran lavanta kokusu içinde günlüğe sarılarak kıvrıldı. Nap’ın boynundan çıkarıp verdiği ucunda bakır halka olan kolyeyi boynuna astı ve halkayı tutarak bazı dilekler fısıldadıktan sonra ağırlaşan göz kapaklarını bir süreliğine kapattı.
Csilla dedesinin başına gelenlerden sonra hiç kimseye güveneceğini sanmıyordu. Şifa verip yardım ettikleri insanlar tarafından ihanete uğramışlardı. Oszkar, onu yetiştiren Aneska’nın öz oğlu olduğu için içi biraz daha rahatlamıştı. Hem Nap güvenmediği birini karşıma çıkarmaz diye de düşündü. Bir gün kalmayı başardıkları o tapınakta durmadan konuşmuşlar birbirlerini tanımışlardı. Oszkar, onu ormanda gördükten sonra her gün aynı yerde beklediğini o günden sonra derin bir nefes almasının ne kadar imkansızlaştığını, gözlerini her kapatışında onu gördüğünü anlattı Csilla’nın saçlarına dokunarak. Csilla, kalbinin atışının değiştiğini ve nefes alış verişini kontrol edemeyişini görmezden gelemiyordu. O da fazlasıyla etkilenmişti. Karanlık olmasına şükretti. Yüzünün aldığı rengi tahmin bile edemiyordu. Bir taraftan da içi içini yiyor. Dedesi için olan endişesinin ağırlığı altında kıvranıyordu. Ne olursa olsun artık evine dönmeliydi. Oszkar durumu anlayıp Csilla’nın ellerini avuç içine aldı. Son nefesime kadar seni seveceğim ve koruyacağım dedi. Ardından geldikleri yerden sürünerek dışarı çıktılar. Gözleri güneşe alıştıktan sonra etrafa bakarken ormanda başıboş gezen Venüs’ü görünce koşup sarıldı Csilla. Oszkardan çiftliğe giderken onu yalnız bırakmasını istese de Oszkar bunu kabul etmedi. Csilla’nın içi Nap’a olan inanç ile doluydu. O evlerini ne pahasına olursa olsun koruyabilecek bir savaşçıydı. Onu tekrar görme umudu içini doldurmuştu.
Çiftliğe vardıklarında kapının önüne çakılı olan kazıklara bağlanmış altı cansız bedenle karşılaştılar. Venüs diğer atları peşine düşürmüş hepsini bir yerde toplamıştı. Güneşte kızıla çalan açık kahverengi tüyleri parlıyordu; alnını diğer atın alnına yasladı daha sonra beyaz paçalarını kaldırıp şahlandı. Tam bir alfaydı.
Oszkar, bileğinden nazikçe tutsa da kurtulup eve doğru koşmayı başardı Csilla. Evin tüm odalarını hızla tarıyor Nap’tan bir iz görmeyi umuyordu. Avuç içleri terliyor, boğazındaki düğümlenme geçsin diye derin derin nefes alıyordu. Kıpırdama dedi bir ses. Bu Nap’ın sesiydi. Csilla derin bir iç geçirdi. Tanıdık kokular almaya başladı. Masadaki çöreklerde ve su testisinde sarı yasemin zehri, kapı tokmaklarında davetsiz misafirler için siyanür vardı. Evin içi kusursuz biçimde çalışmış tuzaklarla doluydu. Bunların yanı sıra Nap, ince boruları ağzına dayayıp zehirli iğneleri atmakta ustaydı. Sadece bir adamla dövüşmek zorunda kalmış ne yazık ki kendisi de kolundan derin bir kesik almıştı. Yarasını temizlemiş, sürdüğü ilaçlarla birlikte sarmıştı bile. Yarasına koyduğu bazı otların uyuşturma etkisi olmasa daha da zorlanırdı. En büyük düşmanı savaştığı haydutlar değil içinde büyüttüğü korkularıydı. Eve girenleri bir bir avlamayı başarmış torununu güvende tutmuştu. O akşam gelenler en acı verici biçimde can vermişlerdi. Öyle ki o çiftlikten bahsetmeye hiç kimse cesaret edemezdi bir daha.
Csilla, dedesine sıkıca sarılmadan alkol, iğne iplik bulup getirdi ve yarayı temizleyip dikti. Birkaç gün ateşler içinde yatan dedesinin başından hiç ayrılmadı. Aneska ile evi özenli bir biçimde temizlediler. Oszkar ise bahçeyi temizleyip kontrol altına aldı. Hayvanları besleyip yeni atlara ahırda yer açtıktan sonra evi basan haydutlardan kalan eşyaları bir sepetle götürüp kasabanın meydanına döktü. Bu gözdağının ardından herkes olanları kısa sürede unuttu.
Csilla ve Oszkar, Nap’ın izni ile kayranda görüşmeye devam ettiler. Ekinezyalar açtığı zaman evlendiler ve Nap ile birlikte yaşamaya devam ettiler. Birbirlerine söz verdiler. Bir kartalın en yükseklerde uçmayı bırakıp kanatlarıyla rüzgara karşı koyup çaba harcamadan kendisini dengede tutması gibi iyi ve kötü ruhlarla dans edeceklerini bilerek içlerindeki öze daha sıkı tutunacaklardı. Doğanın sunduğu mucizelerin farkına varabilmek için daha çok hissedecek ve sevgiye sahip çıkacaklardı.