Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
4°C
İstanbul
4°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
3°C
Cuma Açık
8°C
Cumartesi Hafif Yağmurlu
14°C
Pazar Çok Bulutlu
16°C
CANŞİKAR

“Anı gül gördi vü kendüni diken”

I.

Güneşin kavurduğu taş evlere baktı, her şey toprak rengindeydi bu şehirde. Sıcak, bir kılıç gibi tepesindeydi. Günlerdir süren yolculuğunun verdiği yorgunlukla sokaklardan geçiyor, yeni geldiği şehri tanımaya çalışıyordu. Üzerlerinde yekpare kumaştan eteklik gibi giysileriyle erkekler geçiyor, çarşaflı kadınlar bu yabancıya küçük göz aralıklarından merakla bakıyor, kendilerine benzemeyen bu yabancıyı süzüyorlardı. Çekik gözlü, altı parmak sakalıyla gençten hallice bu yabancı, uzun süredir hasretini çektiği ve hayatını tümden değiştirecek olan hanegahı arıyor, içten içe de ruhunu, çekeceği çileye hazırlıyordu. İnsanların bir karınca yuvası gibi sürekli girip çıktığı pazar yerinde biraz soluklandı, sakalına gitti eli, etrafı süzdü, insanların telaşına baktı bir süre, kendisini bu telaşeden kurtaracak olmanın tatlı huzurunu yaşadı bir anlık da olsa. Oturduğu yerden kalktı, sırtındaki heybeyi düzeltti, yavaş adımlarla, yorgunluğunu tartarak, mürşidinin evini aramaya koyuldu. Kapısına vardığında heyecandan titrediğini hissetti. Sadece bir kapıdan adım atmıyordu, maddi dünyayı da terk ediyordu bu eşikten geçerek. Mürşidi onu güler yüzle karşıladı, sarıldılar. Yorgundu, ikram edilen suyu içti. Etrafına göz gezdirdi, bir sofadan başka hiçbir şey yoktu. Mürşidinin üzerinde bir çul, başında uzunca, kahverengi bir kavuk vardı sadece. O gün dinlendi. Üzerinde bir çul ile gözlerine çöken uykuya teslim oldu. Uyandığında gün geçmiş, Kahire’nin bunaltıcı sıcaklığı odayı kaplamıştı. Bir parça ekmek ve suyla karnını doyurdu. Mürşidi ile sohbet etmek için sabırsızlanıyordu. Sevdalanmak istiyordu. Sevdalanmak ve tüm dünyevi hayattan sıyrılmak, bir nevi “kurtulmak.” Şeyhini can kulağı ile dinliyor, onun öğretilerini, nasihatlerini zihnine işliyordu adeta.

Günleri kitap okuyarak, zikrederek, sohbet ederek geçiyordu. Dünya denen bu çileli alemden uzaklaşıyor, bir parça ekmek, bir tas su huzuru bulmasına yetiyordu. Kırk gün süren bir çileye girdi, kırk gün kırk gece hiç konuşmadı, ruhunu Rahman’a teslim etti. Kırk gün ve gecenin sonunda, sakalları ağararak cezbeyle çıktı hanikahtan. Sırtında bir çul, başında kıldan bir kavuktan başka bir hazinesi yoktu artık. Yanında getirdiği kitapları topladı, bir bohça yaparak sırtladı. Kahire’nin sarı sokakları arasından Nil’in kıyısına vardı. Bohçasını açtı, kitaplarını tek tek nehre attı. Bu dünya ile olan son maddi ilişkisini de sonlandırmış oldu. Nehre uzun uzun baktı, hayatın da durmak bilmeyen, sürekli akan bir nehir, insanın da o nehirdeki bir damla su olduğunu hayal etti ve kendini nehrin akışına bıraktı.

II.

Güneş Bozdağ’ın ardında bir kor gibiydi. Karaburun’un sırtını yasladığı zeytinlikler arasından sızan turuncu ışık, Börklüce Mustafa’nın gözlerini kamaştırıyordu. Bu güneşi, zeytin ağaçlarını, dağları, uçsuz bucaksız şu denizi yaratan biri olmalıydı. Düşündüğü tek şey buydu Mustafa’nın. Bir anlam arıyordu. Yaşamın bir manası olması gerektiğini düşünüyordu. Ezber ettiği Kur’an’dan ayetler okuyordu sürekli. Okuyordu ancak güneşin doğmasını, kuşların yuva yapmasını, ineklerin buzağı doğurmasını, ağaçların zeytin vermesini, denizin kabarmasını bir anlama kavuşturmak istiyordu. Uzun bir adamdı Mustafa, üstünü çıkardığı vakit kaburgalarından kemikleri sayılıyordu, gök rengi gözleri vardı, elleri ince ama güçlüydü. Her gün toprağın göğsünü deşmekten güçlenmiş ellerdi bunlar. Toprağı sürüyordu, toprağı kazıyordu, toprağı işliyordu, kimin toprağıydı bu? Madem kainatı yaratan bir yaratıcı vardı ve tüm nimetler insanlar içindi, o zaman neden bir başkasının toprağını sürüyor, emeğinin karşılığını alamıyordu. Deniz, toprak, gökyüzü, ağaçlar, hayvanlar; hepsi Allah’ın kullarına hizmet için var edilmemiş miydi? İnsanın insana kulluğu hangi dine sığardı. Günlerce, gecelerce bunları düşünür dururdu. Kimi zaman uyuyamaz, sabah namazına kadar beklerdi, kalkıp namazını kılar, dua eder, tanrıyla kurduğu bu bağ esnasında içinden sorular sorardı ve cevap, bir işaret beklerdi. O işaret bir gün vücud bulacaktı ancak bunun bedeli ağır olacaktı.

III.

İsminin hakkını veren bir adamdı Torlak Kemal. Gem vurulamamış bir at gibiydi, deli doluydu. Saruhanlıydı. Avucunun içi gibi bilirdi bu yöreyi. Uzun yüzü, bir soru işareti gibi yüzünün tam ortasında duran burnu, yuvarlak dolu dolu gözleriyle bu delikanlı, çok düşünürdü. Yarenleri ile sık sık bir araya gelir, hayat hakkında konuşurdu. Hayatı anlamlandırmayı dilerdi her daim. Bu dünyanın geçici bir dünya olduğuna inanırdı. Bir Yahudi olarak doğmuştu, asıl adı Samuel’di. Samuel’den Kemal’liğe varışı bu arayıştı. Dünyevi hiçbir şey ilgisini çekmiyordu. İçki, kadınlar, eşya, bunların geçici hayatın kandırmacaları olduğunu düşünüyor, gerçek yaşamın ahirette olduğuna iman ediyor ve bu iman uğruna yaşamını şekillendirmek istiyordu. Dünya nimetlerinin insanlara hizmet etmediğini görüyor, bir avuç zenginin uhdesinde olduğunu ve bunun yaradılışa aykırı olduğunu düşünüyordu. Sohbetlerinde bunu çokça dile getiriyor ve yeryüzündeki toprağın da eşyanın da tıpkı gökyüzü gibi, denizler gibi, tüm insanlığa ait olduğunu söylüyordu. Tabi bu söylemleri ahali arasında tepki çekiyor, dışlanıyordu, onu dışlayanlar kendisi gibi ırgat olanlar değil toprak sahibi olanlardı ekseriyetle. Torlak, deli taylar gibi oluyordu o vakitlerde ve nefesi yettiğince, gücü yettiğince anlatıyordu bu ortaklığı. Bir gün, kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan insanlarla karşılaşacağına inancı tamdı.

IV.

Hanikahtan çıkmış, üzerindeki kıldan çul ile gökyüzüne bakıyor, Allah’a şükrediyordu. Karşısında bir karartı hissetti, gördüğü yüzleri seçmeye çalışıyordu. İki kadın, güzeller güzeli iki kadın vardı karşısında. Gönlü kaydı hemen. Cazibe ve Mariye. İki cariye sunmuştu sultan ona. Dünyevi güzelliklerin en güzeliydi karşısında duranlar. Cazibe’nin bedenine, Mariye’nin ruhuna âşık olacaktı. Hanikahın önünde dizlerinin üzerine çöktü, bir şükür duası etti. Gözleri çekik olan bu adamın, gülümsedikçe gözleri kayboluyordu. Ne zaman Cazibe’ye baksa, gözleri küçülüyordu. İstemsiz bir gülümseme kaplıyordu içini. Cazibe ile yekvücud olmuşlardı ve oğulları İsmail dünyaya gelmişti. Cazibe’nin göğsüne başını koyuyor, tıraşlanmış başını okşaması hoşuna gidiyordu. Dünyevi tatların en güzellerini yaşıyor ve tüm kulların bunları yaşamayı hak ettiği bir dünyanın mümkün olacağı inancını taşıyordu. Buna engel olanın ise softalar olduğunu, dini kendi güçlerini perçinleştirmek için halkın üzerinde bir kılıç gibi tutanlar olduğunu düşünüyordu.  Dünyevi hiçbir dileği yoktu ne bir sofa, ne bir libas, ne bir hane; tek istediği herkesin kardeşçe, eşitçe, yoldaşça yaşaması, “yarin yanağından gayri” her şeyi paylaşmasıydı.

IV.

Çile çekiyordu. Kul olmanın gereğinin çile çekmek olduğuna inanıyordu. Mariye ile sohbetlerinde bunu daha iyi anlıyordu. Bir dervişin en güzel yol arkadaşıydı Mariye. Konuştuğu zaman dudaklarından bir çağlayan gibi süzülüyordu kelimeler. Başka bir dünyayı, başka bir diyarı mümkün kılıyordu Mariye’nin söyledikleri. Onu hayranlıkla dinliyor, kalbinin kalbine değdiğini hissediyordu. Bedreddin, Mariye’nin yanında kendisini, “bir gülün dikeni” olarak görüyordu. Dünyevi dertlerden sıyrılıyor, ruhani alemde geziniyordu. Mariye ona analık ediyor, mürşitlik ediyor, yoldaşlık ediyordu. Bedreddin bir testiydi ve Mariye o testiyi Allah aşkı ile dolduruyordu ve testi taşmıştı.

V.

Kahire’nin turuncu bir sabahında üzerine kıldan çul, başında destarı ile çile çektiği bu şehri terk-i diyar eyliyordu. Bedreddinin adı duyulmuştu uzak illerde. İsmini duyanlar, bu dervişi salavat ile anıyor, müridi olmak için can atıyorlardı. Kahire’den yola çıkan Bedreddin önce Suriye’ye gitmiş, orada öğretilerini müritleri ile paylaştıktan sonra Konya üzerinden Saruhan iline varmış, oradan Aydın sancağına gitmiş, İzmir Karaburun’da ikamet edeceği ana kadar yolda kendine yeni müritler edinmiş, öğrendiği ilmi paylaşmanın ve anlaşılmanın verdiği ilahi hisle yolculuğuna devam ediyordu. Başında bir destar, üstünde bir çul, uzamış sakalıyla bu adam, geçtiği her yerde saygıyla karşılanıyor, tebaa gitmemesi için adeta ayaklarına kapanıyordu. Yalınayak geçtiği yollarda sanki güller bitiyordu. Aydın iline varmadan uğradığı Saruhan yöresinde yine tebaanın alakadarlığı ile karşılandı. Bu tebaa içinde kendini belli eden, heyecanlı, müşfik bir adam Şeyh Bedreddin’in dikkatini cezbetmişti hemen. Sorularıyla Şeyh’i adeta mest etmişti. İstirahat etmesi için bir odaya çekilince bu heyecanlı genç, bilinen ismiyle Torlak Kemal, Şeyhi yalnız bırakmamıştı. Onun müridi olmak istiyor, aklında ne soru varsa şeyhine sormak, ondan cevaplar almak ve yaşamına bir anlam katmak istiyordu. O geceyi şeyh ile sabahlara kadar sohbet ederek geçirmişti Torlak Kemal ve kararını vermişti. Bu dünyada rehberini bulmuştu. Şeyh’in en ateşli müritlerinden biriydi artık. Bu deniz, bu toprak, bu ağaçlar hepimizin ortak malıydı ve şeyhin de düşüncesi onunla aynıydı ve bunun için mücadele edecekti, şeyhini utandırmayacaktı. Bir isyan ateşi tutuşmuştu içinde şimdiden. Duyduklarını tüm tebaa ile paylaşmak istiyor, anlatıları duymayan kulak kalmasın istiyordu. Ve ayrılık vakti gelmişti. Şeyh Bedreddin yoluna devam etmeliydi. Torlak, ellerine sarıldı şeyhin, öpmeye niyetlendi, şeyh izin vermedi buna, “Kul kulun elini öpmez, omzunu getir” dedi, Torlak Kemal’in sol omzuna bir öpücük kondurdu ve selamet dileyerek ayrıldı Saruhan ilinden.

VI.

Aydın ilinin Nizar köyü sıcak bir sabaha uyanıyordu. Köylüler seher vakti köylerine varacak olan misafirlerinden habersiz günlük işlerini yapmaya koyuluyordu. Köyün girişinde beliren bir gölgeyi gören çocuklar bağırarak köylüleri haberdar etmiş, herkes işini gücünü bırakıp yolun ağzına toplanmış, kendilerine doğru gelen bu gizemli yabancının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Şeyhin ismini biliyorlardı, namını duymuşlardı ama nasıl biri olduğunu bilmiyorlardı. Gelen kişi yaklaştıkça üzerinde bir çul, başında destarı olan bu kişinin Şeyh’ten başkası olmadığını anlamışlar ve heyecanla onu karşılamaya koyulmuşlardı. Yorgun düşen Şeyh, başıyla selamladığı köylüler arasından geçiyor, kimisi ona el sürmek istiyor, omzuna, üzerindeki çula dokunuyor, onu dualarla karşılıyorlardı. Köy meydanında büyük bir kalabalık oluşmuş, herkes şeyhin ağzından çıkacak olan bir cümleyi bekliyordu. Köylüler arasında bir kişi daha vardı heyecanla bekleyen, Börklüce Mustafa. Gözünü Şeyh’ten ayırmıyor, onun her hareketini dikkatle inceliyordu. Şeyh, dinlendikten sonra köylülerle sohbete başlamış, onların meraklı gözleri altında yüreğinden geçen cümleleri aktarır olmuştu. Bu altıparmak kır sakallı, kafası tıraşlı adamın söylediklerini can kulağıyla dinliyordu Mustafa. Kalabalığı yarıp, Şeyh’in yanına kadar vardı. Ağzından çıkan her kelimeyi hayranlıkla dinleyen Mustafa, kendini tutamamış, Şeyh’in ellerine, ayaklarına kapanmıştı. Bedreddin iki eliyle omuzlarından tuttuğu Mustafa’yı ayağa kaldırmış, gözlerinin içine bakmış, “Kulun, kulun ayaklarına kapanması ne dimek ey dost, bizler aynı göğün altında ısınıyor, aynı ırmakta yunuyoruz, eğer bir himmetin olacak ise, söylediklerime vakıf ol, kafi.” dedi. Mustafa adeta kendinden geçmişti. Şeyh, Nizar köyünde günlerce kaldı. Çevre köylerden de namını duyanlar olmuş, ona biat etmeye gelmişlerdi. Mustafa Şeyh’in en has müridi olmuş, onunla birlikte ölüme dahi gitmeye karar vermişti.

V.

Başka bir dünyanın mümkünlüğüne inananların ordusu ile imparatorluk ordusu karşı karşıya geliyordu. Köylüler ellerinde baltalar, oraklar, kazmalarla gergin bekliyor, ordu ormanlık alandan sıyrılıyor, her geçişte sayıları artıyordu.  Bu bir isyan değil, insan olmakta diretmekti. Hak ile batılın savaşıydı bu. Kazanan kim olursa olsun, mağlup olmayacaktı Torlak Kemal ve taraftarları. Yüce bir amaç için öleceklerdi, öleceklerse de. Yüzlerinde korkudan eser yoktu. Baştan aşağı iman doluydular, Allah’ın yanlarında olduğuna, hak için mücadelelerine öylesine inanıyorlardı ki, bir avuç olmalarına karşın bu savaşı kazanacaklarını düşünüyorlardı. İlk hamle askerlerden geldi, etraflarını sarmış, süngüleriyle, kılıçlarıyla köylüleri çember içine almışlardı. Ellerinde ne varsa kendilerini savunmaya çalışan köylüler bir yandan, “Allah” diye bağırıyor, bir yandan da en yakınlarında kim var ise birbirlerini kollamaya gayret ediyorlardı. İnanç, insanı ölüme götürür. İnananlar ölüyordu birer birer. Meydan inleyenlerle, “Allah” nidalarıyla yankılanıyor, askerler henüz ölmeyen, can çekişenleri kılıçtan geçiriyor, yara almayanları da toplayıp zincire vuruyordu. Torlak hafif yaralanmıştı, öfkeden dili damağı kurumuş, avazı çıktığı kadar bağırıyor, Allah’tan yardım diliyor ama düşmandan aman dilemiyordu. Torlak’ı üç asker zor zapt ediyordu. Kollarına zincir vurdular. Başı traşlı bu adamı tutup komutanlarının yanına getirdiler. Torlak komutanın gözlerinin içine bakıyor, ayırmıyordu. Baştan aşağı inançtan ibaret bir adamın gözleri karşısında tedirgin olmuştu komutan, derhal götürülmesini emretti. Yaralılarla birlikte köy meydanına götürüldü Torlak. Komutan herkesi meydanda dizmiş, Torlak’ı da yakınına getirtmişti. Torlak’ın müritleri korkusuz gözlerle, dimdik duruyorlardı meydanda. Komutan, Torlak’ı idam edecekti ancak öncesinde ona büyük acılar çektirmek istiyordu. Müritlerini tek tek kılıçtan geçirdi gözlerinin önünde. Torlak kafasını çevirmek istiyor, askerler zorla başını o yöne çeviriyordu. Müritlerinin hepsinin katledilmesine tek tek şahit olmuş, dünyevi acıların en kötüsünü yaşamıştı Torlak. Şimdi kendisini bekleyen sona doğru adımlıyordu. Askerler hemen bir darağacı kurdular, Torlak’ı yine üç asker zor zapt ederek getirdiler darağacına, zorla ilmiği boynuna geçirdiler, yaşananları dehşetle izleyen köy ahalisinden geriye kalan kadınlar ve çocuklar göz yaşlarını tutamıyor, ağıtlar yakıyorlardı. Torlak Kemal’in elleri arkadan bağlıydı. Askerler altındaki tomruğa tekmeyi vurdular. Torlak Kemal çırpınmaya başladı, debelendi, debelendi, ayakları istemsiz atmaya başladı, sonra duruldu, ruhunu; ömrünü adadığı tanrısına teslim etti.

VII.

Rahvan giden atlarının üzerinde etrafı gözetleyerek giden askerlerin bellerindeki kılıçların çıkardığı şıngırtı haricinde ormanda ses soluk yoktu.  Menzile varmalarına az bir zaman vardı, gözcü önden gidiyor, gördüklerini gerisin geri dönüp komutana bildiriyordu. Ormandan çıkıp, bir düzlüğe varmışlardı. Gün sabaha varmak üzereydi. Uzaktan bakınca hiçbir yaşam emaresi olmayan bu köy, karanlığın yerini aydınlığa bıraktığı anlarda seçiliyordu. Sekiz on evin olduğu köyde, küçük bir meydan vardı, komutan ve askerler günün tam aymasını bekliyorlardı. Sonra hızla köyün içine doluştular. Henüz uykusunda olan köylüler ne olduğunu anlamışlardı. Askerler tek tek evleri dolaştı, tüm erkekleri topladılar. Börklüce Mustafa da seslere uyanmış, başına gelecekleri bilir gibi, üzerine bir çul alıp dışarıya çıkmıştı. Komutan, isyancı olarak gördüğü tüm köylüleri meydana toplamış, onların direnişine aman vermeden hepsini yakalamıştı. İsyanın başı olan Börklüce Mustafa’yı kalabalıktan ayırdılar. İsyancı erkekler kılıçtan geçirilirken köyün kadınları yalvarıp yakarıyor, kendilerini yerden yere vuruyorlardı. Çocuklar da korkmuş, analarının hallerine bakıyor, korkudan ağlıyorlardı. Komutan adeta ders olsun dercesine sekiz on köylünün kılıçtan geçirilmesini emrederken, diğerlerine meydan okuyarak konuşmaya başlamış ve isyancıların sonunun nasıl olacağını söylemişti. Sıra Börklüce’ye gelmişti. Börklüce’nin ölümü bir ibret-i alem olmalıydı. Çevreden hemen bir deve buldular, yeni kesilmiş kalın ağaç dallarından bir çarmıh yaptı askerler, Börklüce’yi tutup, çarmıhın üzerine yatırdılar, iki asker iki kolunu tutuyor, bir asker ayaklarına oturuyor, bir başka asker karnına oturmuş, ellerine çivileri çakmaya uğraşıyordu. Börklüce’nin canı yanıyor ancak sesini dahi çıkarmıyordu, ağzından tek çıkan, “Allah” lafzı oluyordu. İnancı uğruna ölen her insan gibi kabulleniyordu yaşadıklarını ve bu çilenin mükafatının cennet olacağını düşlüyordu. Her iki eline de çiviler çakılmış, ayakları çarmıhın altına iple bağlanmış olan Börklüce’nin üzerindeki çul yırtılmış, tıraşlı başı terden sırılsıklam olmuştu. Çarmıhı dikelten askerler, getirilen deveyi çömelterek çarmıha mıhlanmış Börklüce’yi devenin üzerine sabitlediler ve Börklüce’yi canını teslim edene kadar komşu köylerde gezdirdiler.

VII.

Diviti hokkanın içine bıraktı, kandilin cılız ışığı kırçıl sakallı, başı traşlı adamın gözlerinin içinde parlıyordu adeta. Şeyh’in göğsünde bir baskı vardı sanki. Sabah olunca yaşanacakları hissediyor gibiydi. Gece sık sık uyandı, rüyasında idam edildiğini görmüştü, ter içinde kalmıştı, müritleri halini sorduğunda, öleceğini gördüğünü söyledi. Müritleri sonunda ölüm dahi olsa onun yolundan ayrılmayacaklarına yeminler ettiler. Sabah olmuştu. Namazını kıldı. Duasını etti. Müritlerini bir halka gibi çevresine topladı. Bunun son sohbetleri olduğunu hissetmiş gibiydi. Müritleri gözyaşlarını tutamıyor, hıçkırarak ağlıyorlardı. Şeyh, konuşmuyor, dudaklarından dualar mırıldanıyordu. Ve beklenen olmuştu, askerler kapıyı yıkarcasına vuruyordu. Şeyh, toparlandı, üzerine çulunu aldı, sakallarını sıvazladı, kapıyı müritleri açtı, askerler hemen içeriye doluştu, müritleri derdest edip, şeyhin de kollarına girerek komutanlarının yanına getirdiler. Şeyh, dimdik duruyordu komutanın karşısında. Komutan, karşısında bir kılıç gibi eğilmeden, bükülmeden, korkmadan duran bu adamdan etkilenmişti. Gözlerinin içine bakmamaya çalışıyordu. Hazırlıkların yapılmasını emretti. Emir gereği Şeyh’i Serez’e götüreceklerdi ve önlerinde uzunca bir yol vardı. İznik’ten Serez’e on günlük yayan yol gideceklerdi. Şeyh’in ellerini bağladılar. Müritlerini de birbirlerine bağlayıp yola koyuldular. Köylüler hüzünle bakıyorlardı şeyhin ardından. Mürşitlerini son kez görüyor olmanın, ona yardım edememenin acısını yaşıyorlardı. Askerler atlarına bindi, şeyh ve müritleri çıplak ayaklarıyla yola koyuldu. Üç günlük yolu geride bırakmışlardı. Şeyh’in yorgun bedeni artık dayanamıyordu. Sendelemeye başladı, az biraz daha gitmek için kendini zorladı ancak yapamadı, olduğu yerde yığılıp kaldı. Asker katarı durdu, komutanın emriyle Şeyh’i bir ağacın dibine oturttular, müritleri de etrafında bir çember oluşturdu. Bir müridi ayaklarına uzanmak, ovmak istedi, Şeyh buna izin vermedi. Komutan uzaktan olanları izliyordu. İdama götürdüğü kişiye uzun uzun baktı. Ölüme dimdik giden bu adamın ismini o da duymuştu. Bir insanı ölüme götürecek inancına hayranlık duyuyordu içten içe ve düşünüyordu. Belki asker olmasa, o da şeyhin müritlerinden biri olabilirdi. Bunu düşünmeyi hemen bırakması gerektiğini hissetti. Yoksa Şeyh’in ellerinin bağını çözüp, ormanda kaybolmasına izin verebilirdi her an. Duygularına esir olmak istemiyordu. Askerlere talimat verdi, hemen yola koyulmalarını, esirin kaldırılmasını istedi. Serez’e daha bir haftalık yolları vardı. Geçtikleri köylerden erzak temin ederken, köylüler üzerinde çulundan başka bir şeyi olmayan kafaları tıraşlı bu gençten adamlara merakla bakıyor, ne suç işlediklerini anlamaya çalışıyorlardı. Askerlerden biri dayanamayıp götürdükleri esirin Şeyh Bedreddin olduğunu köylülere söylemiş, şeyhin namını duyan köylüler gözleri dolu dolu, ellerinden bir şey gelmemesinin acısı ile öylece uzaktan dua etmekten başka bir şey yapamamışlardı. Katar yeniden toparlanmış, yola çıkmıştı. Köylülerin ağzında yakarışlar, şeyhin arkasından dualar ediyorlar, esir katarı gözden kayboluncaya kadar, bakakalıyorlardı.

VIII.

Serez’in esnaf çarşısı her zamanki sakinliğindeydi. Kasaplar etlerini doğruyor, kahvehanelerde mangalın etrafında adamlar ısınmaya çalışıyor, bakırcılar itinayla işlerini yapıyor, sakalar su dolu ibrikleriyle etrafta dolanıyordu. Aralık ayının ayazı kendini hissettiriyor, yağmurla birlikte ıslanan çarşının kesme taştan yolu ışıl ışıl parlıyordu. Çarşının sessizliğini bir tabur asker bozmuştu. Esnaf çarşı meydanındaki hareketliliği görmüş, ellerinde kalaslarla hazırlık yapan askerlere bakıyordu. İkişer askerin taşıdığı kalaslarla çarşı meydanında alelacele bir darağacı kuruluyordu. Esnaf birbirine bakıyor, bu hazırlığın kim için olduğunu anlamaya çalışıyordu. Askerlerin başındaki komutan sağa sola emirler yağdırıyor, çarşının sakinliğini bağırışlarıyla bozuyordu. Alışveriş için çarşıya gelen köylüler bir idama şahit olacak olmanın “sevincini” yaşıyorlardı. Kimin idam edileceğini henüz bilmiyorlardı ama az zaman sonra kulaktan kulağa yayılmıştı haber, biraz önce bir suçlunun idamına şahit olacak olmanın “sevincini” yaşayan köylüler ve esnaf, ismi duyunca yüreklerinden bir parça koparılmışçasına üzülmüşlerdi. Askerler dar ağacını kurmuş, mahkûmun ayağının altına konacak tomruğu dahi hazır etmişlerdi. Serez çarşısı ölüm sessizliğindeydi bu kez. Bakırcıların çekiç sesleri kesilmiş, bağıran sakalar susmuş, kahvehanedeki adamlar önlerine bakar olmuştu. Zaman geçmiş, yağmur hızlanmış, öncü asker çarşıya gelmiş, komutana şehre giriş yapıldığını haber vermişti. Gergindi komutan, bir yandan gelecek olan şahsiyetin uhreviyatı, bir yandan da çarşıdaki insanların idama engel olabileceği düşüncesi rahatsız ediyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Bunu düşünmeden edemiyordu. Önlemlerini artırma kararı aldı. Haber yollayarak, asker takviyesi istedi. Sonra kahvehanenin önüne oturup, ahşap iskemleye sırtını dayayarak idam mahkumunu beklemeye başladı. Cuma namazı için kalabalıklaşan çarşıda sanki anlaşmışlar gibi, sanki Şeyh’e son görevlerini yerine getirir gibi kilisenin çanı çalıyor, Cuma selası okunuyordu…

IX.

Hanikahı yıkılırken görmüştü. Rüyanın etkisindeydi hala, kalktı, henüz sabah olmamıştı, bir mum yaktı, sabahı iple çekiyordu, uzun zaman olmuştu, şeyhten bir haber almamıştı. Mariye, sabahı beklerken uyuyakalmıştı. Uyandığında aklında tek bir şey vardı, gördüğü rüya. Hemen ilmine güvendiği bir şeyhin yanına gitti, rüyasını anlattı. Şeyh, hayırlı bir rüya olmadığını söyledi Mariye’ye. Rüyada yerin yıkıldığını görmek tabire göre “ölüm” demekti. Mariye’nin yüreğine adeta bir bıçak saplandı. Bedreddin’e bir şey mi olmuştu, hayatta mıydı, içini korku, merak kapladı, ondan haber alamamış olmanın endişesine kapılmıştı. Bir haber almalıydı ama nasıl? Şeyhin yanından ayrıldı, eve vardığında titriyordu. Hemen seccadesine koştu, namaz kılmaya başladı, Allah’a Bedreddin’e bir şey olmaması için dua etti. Günlerden Cuma’ydı, namazın ardından avluya çıktı, Kahire’nin üzerinde gri bulutlar dolanıyordu, Mariye’nin aklında Bedreddin’den başka bir şey yoktu. Tomur tomur açmış bir gül gibi başını öne eğiyor, çenesi gerdanına değiyor, gözünden süzülen yaşlar bağrını ıslatıyordu. Cuma selası okunuyordu, Kahire’nin sokaklarında bir karınca kalabalığı vardı, selayı duyanlar camiye gidiyordu. Kahire’nin toprak renkli evlerinin arasında, bir ara sokakta, gri bulutların getirdiği yağmurun altında bir kadın yaradana gözyaşları içinde yalvarıyor, ıslanıyordu…

X.

Cuma namazını eda eden kalabalık birer birer camiden çıkıyor, darağacının etrafında öbek öbek toplanıyordu. Haber tez yayılmıştı. Şeyh Bedreddin idam edilecekti. Kalabalık kendi arasında fısıldarcasına konuşuyor, gözleri önünde gerçekleşecek olan bu infazı haksız buluyor ama ellerinden bir şey gelemeyeceği için vicdan azabı çekiyorlardı. Az öteden bir atlının sesi duyuldu. Kılıcını çekmiş, atının üzerinde gelen asker komutanı selamlayarak katarın şehre giriş yaptığını, çarşıya gelmelerine az bir zaman kaldığını söyledi. Komutan kalabalığın arasından geçip, darağacına yanaştı, eliyle kütükleri tek tek kontrol etti. Kendini büyük bir baskı altında hissediyor, sinirli bir şekilde etrafa emirler yağdırıyordu. Biraz zaman sonra asker katarı çarşıya giriş yaptı. Üzerlerinde birer çul, elleri birbirine bağlı müritlerin arasında ak sakalıyla Bedreddin göründü. Yorgunluğu her halinden belli oluyordu. Zayıfça, orta boylu, gözleri bir çizgi gibi çekik, geniş alınlı, elmacıkları hafif çıkık, altı parmak sakallı bu adam on gün süren yayan yolculuğa rağmen yorgunluğunu belli etmemeye uğraşıyor, kalabalığın içinden dik bir şekilde yürüyordu. Bedreddin kendisi için kurulmuş olan darağacını gördü, duraksamadı bile, neler olacağını biliyor, bu yürüyüşün bir ölüm yürüyüşü değil Hak’ka yürüyüş olduğunu tasavvur ediyordu. Bedreddin ve müritleri meydanın ortasında toplandı, şeyhi getiren komutan ile darağacını kurduran komutan birbirlerini selamladılar, aralarında mahkûm teslimatını yaptılar. Darağacını kuran komutan şeyhe ve müritlerine göz ucuyla baktı, hiçbiri ile göz göze gelmek istemiyordu. Ahali etrafta toplanmış, kalabalık artmış ama kimseden çıt dahi çıkmıyordu. Herkes yaklaşan sonu acı içerisinde bekliyordu. Şeyhi canlı kanlı görmenin sevinci ile onu ellerinden bir şey gelmeden ölüme uğurlamanın hüznü vardı üzerlerinde. Komutan dervişlerin halkasını aşıp Bedreddin’in yanına yaklaştı, ellerinin bağından tutup, meydanın ortasına, dar ağacının yanına çekti. Şeyhin gözleri demir gibiydi. Hiçbir korku ifadesi yoktu. Komutan hakkındaki fetvayı ve idam kararını yüzüne okudu. Son isteğini dahi sormadan, askerlerine şeyhi almalarını söyledi. Elleri bağlı şeyh, tomruğa adımını attı, konuşmadı. Bir asker arkadan yanaşıp, tomruğu ayağıyla hızla itti, yağmur çiseliyordu, Serez Çarşısı’nın sessiz şahitliğinde şeyh, Hak’ka yürüyordu. Müritleri feryat figan ediyor, idamı izleyen halk, gözlerini ölü bedenden kaçırıyor adeta utanıyordu. Bedreddin’in bedeni tüm gece darağacında kaldı, ertesi gün müritleri gözyaşları içinde mürşitlerini ipten alıp, kucaklayarak götürdüler.

XI.

Paşa’ya ve komutana selamını verdi, tekmil getirdi, mahkûmu sağ salim getirdiklerini üstüne beyan etti. Mahkumları teslim ettikten sonra, kalabalığın arasından sıyrılıp, yüksekçe bir yere geçti, bu infazın içinde olmak, yakınında durmak istemiyordu. Canşikardı ve bunun utancıyla zaten ömrü boyunca hesaplaşacaktı. Dua ediyordu, aslında dua değil de bir nevi af dileniyordu hem Allah’tan hem Bedreddin’den. Onu elleriyle teslim etmiş olmaktan, yaptığı bu işten nefret ediyordu. Kendini zor tutuyordu. Kalabalığı yarıp, kılıcını kınından çekip, şeyhi onların elinden almak, gerekirse uğrunda canını vermek istiyor ama bu karara bir türlü varamıyordu. Yüreğini ferahlatacak bir şeye ihtiyacı vardı, bir inanca. Öyle ya, inanç insanı diri tutardı, inanç insanı ölüme gülerek götürürdü. Şeyh’e uzaktan son bir kez baktı, onun darağacında bir mahkûm değil hayat denen bu ağaçta sallanan yemyeşil bir yaprak olduğunu düşledi, sallandıkça daha da yeşeren bir yapraktı bu, etrafına da baharı müjdeleyen, inatçı, güçlü bir yaprak. Kalabalığı, Bedreddin’i, darağacını, bu haksız infazı ardında bıraktı, Serez Çarşısı’nın yağmurdan parlayan taşlı yolundan sessizce camiye doğru yol aldı. Camiden içeriye girdi, nafile namazı kıldı, Allah’tan af diledi ve o Ayet-i Kerime’yi okudu içinden: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler.”

Miraç ÖZTÜRK

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.