

Ergene Nehri kıyısına oturmuş, akışını sessizce izlerken yalnızca suyun değil, hayatın kıvrımlarında saklanan binlerce anın içimden geçip gittiğini hissediyorum. Taş köprünün yorgun gölgesinde zaman ağır ağır ilerliyor; sanki köprünün her taşında bir sır gizli. Sazların rüzgâra uyumlu salınımında geçmişim fısıldıyor bana; dokunduğunda acı-tatlı hatıraları uyandıran ince bir el işi gibi.
Suyun yüzeyinde ışığın gölgelerle karıştığı yerde gençliğimin solgun renkleri, dostlarımın gülüşleri, kaybettiğim günlerin kokusu usulca yüzüyor. Her dalga kırık bir anıyı sarıyor; her köpük yarım kalan bir rüyanın nefesi gibi. Ve ben, nehrin akışında kendi yüreğimin izlerini okuyormuşum gibi huzursuz bir dinginliğe kapılıyorum.
Bu köprü, ruhumda kurduğum bir dünya gibi; suskunlukla örülmüş, eskimiş ama hâlâ ayakta duran bir bağ. Geçmişle gelecek arasında ince bir çizgide salınıyor. O çizgide yürürken hayatın sancısı da, neşesi de, hüznü de omuz başıma dokunuyor. Bazen insan, kendi içindeki suskunluğun gürültüsünü bile duyar; sanki kelimeler yetmez, sanki dünya iki nefes arasında kısılıp kalır.
Suskunluğun içinden yükselen o ince ses, sözcüklerin ötesine geçen bir dil gibi. Bazen susmak, en güçlü söyleyiş. Taş kemerin altında akan Ergene’nin sesi kulaklarımda titreşirken içimde ağır bir sessizlik büyüyor.
Gözlerimdeki bu nehir, yaşanmışlığın ve özlemin buluştuğu yerde kutsal bir çizgide akıyor. Çocukluğumun izleri hâlâ bu suyun kenarında: Elimi tutan sıcak eller, yıldızlara bakarak edilen sessiz dualar… Annemin kokusu bile kıyıya sinmiş sanki. Belki de bazı kokular, insanın ruhuna işleyen ilk masalların gizli harfleridir.
Her dalga bana kendi hikâyemi fısıldıyor; yıllar önce aynı kıyıda koşan o çocuğun neşesini getiriyor. Ama o çocuk nerede saklı şimdi? O sıcak eller, o sessiz dua, o içten kahkaha… Hepsi rüzgârın taşıdığı bir anı gibi hafifçe dokunuyor içime.
Bütün o yarım kalmış cümleler, söyleyemediklerim, suskunluğun içinde haykıran kelimeler… Su gibi akıyor her şey; durmuyor ama ardında iz bırakıyor. O iz, gözlerimdeki yaşlarda, yüreğimdeki titreyen özlemde gizli. İnsan bazen geçmişine dokunmak ister, ama geçmiş dediğin hep bir sızıyla geri döner.
Ve ben burada, taş köprünün gölgesinde akışa bakarken içimde bir şeyler kıpırdıyor. Geçmişle bugün arasında ince bir çizgide var olmanın hem ağırlığını hem hafifliğini duyuyorum. Gözlerimde akan nehir yalnızca su değil; hayatın kendisi, yaşanmışlıkların, özlemlerin ve direnişlerin çağrısı.
Biliyorum, bu nehir hep akacak. Ben de duygularımı sessizce, bu akışa uygun bir nefesle yazıyorum. Her kelime, suya karışan bir damla gibi: Hem kayboluyor hem iz bırakıyor. Belki de insan, yazdıklarında kendini kaybetmekle kendini bulmak arasında ince bir yolculuk yapar.
Ve işte tam o anda, az önce içimde usul usul dolaşan bütün o hatıraların bir çizgi gibi kopuverdiğini hissediyorum.
Sazların arasından yükselen eski türkülerin sesi, suyun yüzeyindeki ışık oyunları, çocukluğumun berrak kokusu birden sönüyor içimde. Suya eğilip baktığımda kendi yüzümü değil; yılların yorulmuşluğunu görüyorum. Bir zamanlar berrak olan suya uzanacağımı sanırken avuçlarıma karanlık bir gölge doluyor.
Bir ses içimden fısıldıyor:
“Aradığın o nehir yok artık…”
O cümlenin ağırlığı üzerime çökerken bir anda fark ediyorum ki:
Rüzgâr artık Ergene Ovası’nın kokusunu taşımıyor.
İçime çektiğim her nefeste bir eksiklik büyüyor;
sanki yitip giden her şeyin ağırlığı omuzlarımda duruyor.
Bulutlar bile özgür değil; daracık bir gökyüzüne sıkışmış,
tutsak bir kuş gibi çırpınıyor.
Akşam güven vermiyor; karanlık bir fısıltının gölgesi gibi huzurumu kaçırıyor.
Sabahın ışığı da sevinç getirmiyor;
gözlerimi açtığımda yalnızlık ve sessizlik karşılıyor beni.
Ne güleç bir yüz, ne içten bir merhaba var artık.
İnsanlar birbirine sırtını dönmüş; kelimeler susmuş,
bakışların yerini ağır bir sessizlik almış.
Toprak suskun, bahçeler yok olmuş,
sular derin bir hasretle akıyor.
Kuşlar bile kararsız; kanatlarını titrek bir telaşla çırpıyor.
Bizse acıdan başka her şeyi geride bırakıp geldik;
alnımızda kül, kalbimizde kor taşıyoruz.
Yıkılmış evlerin izleri ruhlarımızda yankılanıyor;
her parmağımız bir çocuğun canına,
her adım bir vedanın ağırlığına tanıklık ediyor.
Bize ait olan ne varsa terk ettik,
bir talanın pençesinde bıraktık.
Şimdi bize ait olmayan bu iğdiş göklerin altında,
insan nasıl yeniden başlar?
Hatıralar bile ürkekleşmiş. Bir zamanlar ışıldayan suyun kokusu şimdi içimi yakan bir gerçekle kaplı. Ve anlıyorum ki beni geçmişe götüren su değil; beni bugüne çarpan acı bir gerçekmiş.
Anılar bir çocuk kahkahasının kesilmesi gibi birden duruyor.
Yıllar önce aynı kıyıda koşan o çocuğu ararken karşıma çıkan manzara bir masalın değil; kirletilmiş bir kaderin aynası oluyor.
“Biz neyi yitirdik de bu nehir bu hâle geldi?”
Bu soruyu düşünürken dünyanın birçok yerinde aynı gün, aynı saatte insanların suya şarkı söyleme geleneği geliyor aklıma.
“Nehirler yaşasın” diye umutla suya giren insanlar…
Ama biz bu toprakların insanları, o şarkıyı duyamıyoruz artık.
Ergene’nin kıyısında suya atlamak değil, bakmak bile yürek ister hâle geldi.
Bu sudan akan şey artık su değil; zehir, ihmal, hüzün ve sessizlik.
Sınırın bir kaç kilometre ötesinde insanlar tertemiz sularda kulaç atarken, biz kendi toprağımızda zehirli bir akışın mahkûmu olmuş bir kaderi seyrediyoruz.
Ergene gibi onu besleyen dereler de can çekişiyor.
Ve bu gerçek insanın içine kor gibi düşüyor:
Bir zamanlar,
suya düşen her yaprak ses olurdu Ergene’de;
her çiy tanesi bir dua…
Geceler yıldıza benzerdi,
yıldızlar suya.
Oysa şimdi
nehrin aynasında yüzüme bakan bir karanlık var;
dallardan düşen damlalar bile
eskisi gibi ışımıyor.
Sesini kaybetmiş bir dünyanın
sırlarını taşıyorum yüreğimde.
Bir çocuktum orada bir vakit;
ayakları ıslak çimenlerde,
gözleri balıkçıl kuşların kanadında.
O çocuk hâlâ içimde yürür;
bazı günler pirinç tarlalarının kıyısında
yitirdiği bir şarkıyı arar.
Ve kurbağalar…
Ahhh o kurbağalar!
Bir zamanlar aşk türküsü söyleyen
o yeşil cennet ovanın sesleri,
şimdi suskun bir mezarın taşlarına benziyor.
Gittiler…
suya düşen yıldızların sesini götürür gibi.
Kıyıda kuruyan her iz,
çocukluğumdan kopan bir parça şimdi.
Ama bir gün,
bir çocuk avuçlarıyla suya dokunacak;
bir annenin duası karışacak rüzgâra;
bir çiftçi sabahın ilk ışığıyla
yeniden ‘bereket’ diyecek tarlasında.
Ve nehir…
belki yavaş, belki kırgın,
ama yeniden can bulacak.
Ve o gün geldiğinde;
ufukta ilk ışık belirdiği an
suyun üzerinde dalgaların sesi duyulacak.
Önce bir gölge süzülecek sazların arasından,
sonra bir nefes,
sonra bir ses…
Yıllardır susan ovanın toprağına
ilk kurbağa sesi yayılacak.
Tek bir ses…
ama bir ömrü yerinden oynatacak kadar güçlü.
O ses büyüyecek,
kaybolmuş çocukların adımlarına,
unutulmuş ekinlerin kokusuna karışacak.
Belki bir gün birileri bu suya yeniden türkü söylemeyi hatırlar.
Belki Ergene bir gün bize sorar:
“Beni neden bıraktınız?”
Ve belki de o gün, bu kıyıda yeniden bir ilkbahar başlar.
Hasan ÇALIŞKAN