Şiir, insanlığın en eski sanatlarından biridir; yalnızca bir edebî tür değil, aynı zamanda varlıkla kurulan en derin ilişkilerden biridir. Kelimelerle inşa edilen bu yapı, düz yazının ötesinde, anlamı çağrışımlarla büyüten, duyguyu yoğunlaştıran ve insanın ruhunu dile getiren bir sanat formudur.
Felsefi açıdan şiir, insanın varoluş karşısındaki hayretiyle başlar. Platon şairi, aklın ötesinden ilham alan kişi olarak görürken; Heidegger, şiiri varlığın hakikatine açılan dil olarak tanımlar. Şair, gündelik olanı olağanüstü bir hale getirir; sıradan bir nesneye veya duygunun en yalın hâline, kelimeler aracılığıyla yeni bir anlam ufku kazandırır. Bu nedenle şiir, yalnızca bir anlatım biçimi değil, aynı zamanda bir sorgulama ve sezgi yoludur.
Edebi bağlamda şiir, insanlık tarihinin ilk sözlü ürünlerinden günümüzün modern serbest şiirine uzanan bir çizgide varlığını sürdürmüştür. Halk şiiri, saz eşliğinde söylenen destan ve türkülerde; Divan şiiri, beyitlerde işlenen aşk ve ilahi hakikatlerde; modern şiir ise bireyin özgür ve serbest ifadesinde hayat bulmuştur. Şiir, her dönemde dilin sınırlarını zorlamış, kelimelere yeni ufuklar açmıştır. Onu diğer edebî türlerden ayıran en önemli özellik, anlatmaktan çok çağrıştırmasıdır.
Şairane açıdan bakıldığında ise şiir, kelimenin ete kemiğe bürünmesidir. Şair, sıradan bir manzarada, bir sessizlikte, bir ayrılışta dahi derinlik görebilen kişidir. Yazdığı her dize, kendi kalbinin sesi olmakla kalmaz; okurun kalbinde yeniden yankılanır. Bu nedenle şiir, yazıldığı anda bitmez; okunduğu her an yeniden doğar.
Sonuç olarak şiir, yalnızca kelimelerden ibaret değildir. O, insanın ruhuyla kurduğu en eski diyalogdur. Bir şairin kaleminde başlayan ama her okuyanın kalbinde farklı yankılar bulan bu sanat, varlığın gölgesini, duygunun özünü ve ruhun dilini taşır. Şiir, insanlığın ortak hafızasında hem bir hayretin hem de bir tesellinin adıdır.
Süleyman Güzel