Her şey o ilanı görmemle başladı. “Sahibinden kelepir acele satılık villa…” İki katlı muhteşem bir ev resmi ve altında açıklaması vardı. “5 odalı, üç banyolu, güvenlikli, her türlü sosyal tesisi olan site içerisinde masrafsız villa.” Yıllardır hayalimizde olan ev şimdi karşımdaki resimdeydi. Ne zamandır İstanbul’da ev almanın planını yapıyorduk. Elbet villa falan değil de normal ferah bir daire düşünüyorduk. “Kelepir” sözcüğü ben de bir iyimserlik uyandırdı. Telefon açmakla ne kaybederdim ki… Çok düşünmeden telefona sarıldım. “Almanya’dan arıyorum.” dedim. Konuştuğum villanın sahibinin yeğeniymiş.
“Evle ben ilgileniyorum.” dedi. “Amcam rahatsız. Fiyatı çok uygun… Amcamın rahatsızlığı için bir an önce satmamız gerekli. Ciddiyseniz kaçırmayın derim. Bu fiyata böyle bir ev bulamazsınız.”
Söylediği fiyat makul sayılırdı. Birikimimize biraz kredi alıp eklersek evi alabilirdik. Önümüzdeki hafta iki günlüğüne geleceğimi söyledim. Bazen işler nasıl da denk düşer. Çark tıkır tıkır işler. Gerçekten de bir hafta sonra ortak bir arsa satışı için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Ev işini de o iki gün içinde halletmeyi planladım. Şimdilik Nesrin’ e de çocuklara da bir şey söyleme niyetinde değildim. Amacım villayı alıp sürpriz yapmaktı. O bir hafta geçmek bilmedi. Nesrin heyecanımı fark etmişti.
“Ne bu heyecan? Sanki ilk defa İstanbul’a gidiyorsun. Gören de arsadan trilyonlar kalacak sanır. Yaptığın masrafa değmez.”
‘Biliyorum canım.’ dedim bir şey belli etmemeye çalışarak. “İki günde olsa İstanbul’a gitmek hep beni heyecanlandırır. Hem biliyorsun, Turan’ın ihtiyacı var.”
Neyse ki üstelemedi daha fazla.
İstanbul baharı karşılamaya hazırlanmıştı. Güneşli ama serin bir hava vardı. Ağaçlar tomurcuklanmaya başlamış, çiçekler renklerini görücüye çıkarmıştı. Arsa satışını öğlene kadar halletmiştik. Turan’ı kıramadım, birlikte öğle yemeğine gittik.
“Özlemişsindir şimdi kebapları. Yemeden Almanya’ya dönmek olur mu?”
İstanbul’a gelince vazgeçemediğim tatlardan biriydi. Fatih’te kadınlar pazarındaki Sur Kebap… Saç tavasını, büryanı, perde pilavını bu kadar güzel yapan bir kebapçıya daha rastlamamıştım. Yemekten çıkınca epeyce vakit geçmişti. Villayı bugün görmem gerekliydi. Beğenirsem hemen tapu işlemlerini başlatmak istiyordum. Cebimde taşıdığım ilanı çıkardım. Telefon numarasını aradım. Akşam sekizde müsait olacağını söyledi. Oysa ben hava kararmadan görmek istiyordum. İçime bir kurt düştü ama… Hadi neyse… Göreceğiz bakalım. Tongaya düşecek değiliz ya. Avukata vekalet veririz , usulünce işi halleder.
Akşam Çengelköy’de buluştuk.
‘’Çok uzak değil.’’ dedi. “Nato yolunda.”
Arabasına bindik. Otuz- otuz beş yaşlarında, orta boylu, kumral, hafif göbekli, neşeli biri. Durmadan konuşuyor.
“Evi beğeneceksiniz. İnanın çok güzel. Mutfak, banyolar birinci sınıf malzeme. Amcam kendi oturacaktı ama yengem vefat edince… Sonra kendi de hastalandı. Kızının yanına taşındı. Hatta bir odasında bir kaç eşyası kaldı. Onları da size bırakıyor. İşinize yarayan olursa kullanırsınız.”
O konuşurken çevreyi incelemeye çalışıyorum. Bir kaç çirkin yüzlü ev dışında yeni villa tipi evler dikkati çekiyor. Ferah sokaklar ve geniş caddeler ağaçlarla bezenmiş. Semt içime siniyor.
‘’Yaklaştık.’’ diyor. Yüksek duvarlı, çam ve selvi ağaçlarıyla dolu büyük bir bahçeden geçiyoruz. Karanlıkta pek seçilmiyor. Çok büyük, bahçe değil koru olmalı.
‘’Burası koru mu?’’ diye soruyorum. Cevap vermiyor. Az sonra konuşmaya başlıyor.
“Hah, işte geldik. Şu kapı.”
Güvenlik arabaya eğilip bakıyor, selamlıyor. Geniş demir kapıdan giriyoruz. Çeşitli bitkilerle bezenmiş bir cennet bizi karşılıyor. Cennet diyorum, gerçekten bahçe bir cennet gibi. Resimde gördüğüm eve benzeyen villaların arasından geçiyoruz, sitenin içinde ilerliyoruz. Sonunda satılık eve geliyoruz. Ev diğerlerinden biraz daha uzak… Yüksek bahçe duvarları dışarıyla irtibatı kesiyor. Evin önünde geniş bir bahçe uzanıyor. Bahçe biraz bakımsız… Karşıda, yüksek duvarların arkasında çam ve selvilerden oluşan ağaçların dalları görünüyor. Önünden geçtiğimiz koru olmalı.
‘‘Bakın.’’ diyor. “En geniş bahçe bu evin… Sitenin havuzu var ama isterseniz bahçe de müsait havuz için. Site de tenis kortu ve basket sahası da var.”
Çocukları basket oynarken hayal ediyorum. Evin önünde havuz düşlüyorum. Gece, ılık bir hava… Havuz başındaki masa donatılmış. Mezeler, meyveler ve rakı… Hafif bir de müzik. Oh! Ne keyif! Gündüz çocuklar havuzda şakalaşıyorlar. Nesrin şezlonga uzanmış, kitap okuyor.
‘‘Burası mutfak.’’ diyor ve ben hayalleri erteliyorum. Mutfak ferah ve modern… Bahçeye açılan bir kapı ve geniş penceresi var. Salon da çok güzel… Nesrin bayılacak.
“Üst katın ampulleri yok. İsterseniz yarın bakın. Orada dört oda, iki banyo var.”
‘‘Gerek yok.’’ diyorum. Evi beğendim.-kafamda ben işi bitirmişim- Yarın avukatıma vekalet veririm.
Sevinerek ellerini oğuşturuyor.
Sonra komşuları soruyorum. Öyle ya onlar da önemli… Atalarımız boşuna dememişler ev alma komşu al diye.
“Komşular nasıl? Uyumlu mu? Gürültü, patırtı olur mu?”
“Hiç” diyor, “emin olabilirsiniz. Sesleri çıkmaz. Hayırlı olsun, size kısmetmiş.”
Gönül rahatlığı ve sevinçle Almanya’ya dönüyorum. Nesrin önce bozuluyor ondan habersiz evi almama. Ama öyle ballandıra ballandıra anlatıyorum ki yumuşuyor. Evin resimlerini görünce de hoşuna gidiyor. Çocuklar sevinçten havaya zıplıyor. Nesrin yine de temkinli.
“Bunun altında bir iş olmasın?”
‘‘Yok yok,” diyorum. ’’Evi kendi gözlerimle gördüm. Avukat tapuda bir pürüz olmadığını söyledi.’’
‘‘Hadi hayırlısı.’’ diyor pek de ikna olmamış görünerek.
*****
Nisanın yirmi yedisi ve ben İstanbul’dayım. Nesrin gelemediği için çok üzüldü. Çocukların okulu olmasaydı. Ne yapalım tek başıma seçeceğim eşyaları. Havaalanından taksiye biniyorum, adresi tarif ediyorum. Trafik yoğun. Bense bir an önce evi görmek için sabırsızlanıyorum. Doğum günü hediyesi almış bir çocuk gibi bir an önce hediyeme kavuşmak istiyorum. Şoför ara yollardan geçerek yoğun trafikten uzaklaşıyor. Bir anda kendimizi köprüde buluyoruz. Çengelköy’den yukarı çıkıyoruz. Birbirine yaslanmış eski evlerin arasından geçiyoruz. Evlerin bitiminde mezarlıkla karşılaşıyoruz. Yüksek duvarlar mezar taşlarını saklamaya yetmiyor. Mezarlık yüksek çamlarla, selvilerle sürüp gidiyor. Çamlar, selviler ve duvarlar tanıdık geliyor. Mezarlık kimyamı bozuyor. Suratım asılıyor, sevincim kursağımda kalıyor. Mezarlık bitiminde büyük demir kapının önünde duruyoruz. İsteksizce taksiden iniyorum. Bagajdan bavulumu alıyorum. Güvenlikten anahtarı istiyorum. Görevli yüzüme bakıp sırıtıyor.
“Hayırlı olsun beyefendi. Güle güle oturun.”
Suratına ters ters bakıyorum. Artık bahçe cennet gibi gelmiyor, ev de öyle. Mezarlık manzaralı villa… Gece koru zannettiğim yer meğer mezarlıkmış. Demek o yüzden gece getirmiş. Eve girip yukarı çıkıyorum. Odalar büyük, geniş ve ferah. Bahçeye bakan geniş bir teras var. Oraya çıkıyorum. Karşıda ağaçlar huşu içinde göğe yükseliyor. Mezar taşları terastan çok net görünüyor. Sevgili komşum Osman Bey, Emine Hanım ve İsmet Bey karşımda sakin sakin yatıyorlar. Havuz keyfi sıkıcı geliyor. Havuz başında rakıyı İsmet Bey’le karşılıklı içeriz artık. Çocuklar da yaramazlık yaparsa Emine Hanım’la korkuturuz. Bunları düşünürken Nesrin arıyor. Sesi neşeli.
“Nasılsın canım? Eve vardın mı? Gündüz gözüyle ev nasıl?”
‘‘Ev çok güzel…’’ diyorum. Nasıl olsa bu yalan değil.
“Peki ya komşular? Tanıştın mı onlarla?”
Duraksıyorum, bunu nasıl açıklayacağım Nesrin’e?
“Tanıştık sayılır. Çok sessiz insanlar, ağızları var dilleri yok.”
Ev için seçtiğim eşyalar taşınıyor, ertesi gün iki kadın gelip yerleştirecek. Eşyaların taşınması akşamı buluyor. Güvenlikten yakındaki bir kebapçının telefonunu alıp sipariş veriyorum. Kanepenin üstüne evden getirdiğim bir çarşafı seriyorum. Nesrin battaniye de koymuş. Yemekten sonra iki kadeh viski içip uzanıyorum. Taşınmak ne yorucuymuş. Gözlerimi kapatmamla sızmam bir oluyor. Gece yarısı bir çığlıkla uyanıyorum. Gözlerimi zorla açıyorum. Mezarlık tarafında bir ışık parlıyor. Hadi… Bir de hayaletler mi çıktı? Yok artık. Kafam mezarlıkla çok meşgul ondan olmalı. Tekrar uzanıyorum. Biraz sonra yine aynı çığlık… Pencereden vuran ışık gözlerimi kamaştırıyor. Korkudan pencereye yaklaşamıyorum. Kalbim küt küt atıyor. Bir de ölüden korkma diriden kork derler. Gözlerimi kapatınca seyrettiğim korku filmleri, çocukken dinlediğim hayalet hikâyeleri aklımdan geçiyor. Ter içinde kıvranıp duruyorum. Sabaha kadar çığlıklar devam ediyor. Uykusuzluktan gözlerim morarıyor. Sinirim tepemde. Yarın ilk işim evi satılığa çıkarmak.
Sabah perişan halde güvenliğe gidiyorum. Anahtarı bırakacağım, kadınlar temizliğe gelecek. Güvenlik görevlisi halimi görünce irkiliyor.
“Bir şey mi oldu? Kötü görünüyorsunuz.”
“Uyuyamadım da… Gece yarısı çığlıklar, ışıklar.”
Görevli gülümsüyor.
“Ha! Siz diziden bahsediyorsunuz.”
“Ne dizisi?”
“Mezarlıkta Kanal Z için dizi çekiliyor. Sırlar âlemi mi, sırların içinden mi öyle bir şey işte.”
Görevliden evin üç yıldır satılık olduğunu ve mezarlık yüzünden kimsenin almadığını öğreniyorum. Üç yıldır satılamayan evi ben nasıl satacağım? Benim gibi bir enayiyi nereden bulacağım? Çaresiz evi temizletip hazırlatıyorum.
Neyse ki korktuğum başıma gelmiyor. Nesrin anlayışlı davranıyor. Çocuklar da çok takmıyor. Şimdi komşularla tanışma vakti. Ellerimizde çiçeklerimiz mezarlığa giriyoruz. Eve en yakın mezarları ziyaret ediyoruz. İki mezar taşı bizi çok etkiliyor. Hikâyeleri özetlenmiş sanki taşlarda.
“Her serseri motorcu olabilir ama her motorcu serseri değildir. Kimi rüzgârına âşıktır, kimi motoruna ama değişmeyen tek tutku adrenalindir.
Felsefe dört tekerden geçer. Alayını iki teker geçer.
Serseri deyip kızdırmayın
O motorcu sizi tek teker havada geçer.“
Çiçeğimizi bırakıp duamızı ediyoruz. Diğer mezara geçiyoruz.
17 yaşında ölmüş bir genç kızın mezarı.
“Kanlı ölüm kanadını aralar
Üçe böler yol üstüne sıralar
Zalim kaza kafasından yaralar
Al kana bulamış duyan ağlasın
Bir çift beyaz güvercin kan döker ağlar
Geride kalanların yüreğini dağlar
Çevirdi boran beni tanımaz gören beni
Sabahtır ezana bak kabrimi kazana bak
Azrail’in suçu ne yazımı yazana bak
Hicran öldü götürün mezarına yatırın
Hicranın haberini Ömer’ine götürün
Elim kazada genç yaşında kaybetmiş
Olduğumuz biricik sevgili kızımız
Sen her zaman kalbimizdesin
Seni hiç unutmayacağız Allahın rahmeti
Üzerine olsun kabrin nurla dolsun
RUHUNA FATİH”
Nesrin’e bakıyorum. Onun da gözleri ıslak… İçimden Allah anne- babasına sabır versin diye geçiriyorum. Çekingen bir ses duygularımızı bölüyor.
“Rahmetliyi tanır mıydınız?”
Soran ufak tefek orta yaşlı bir kadın…
Nesrin ‘‘Hayır.’’ diyor. “Biz şu evde oturuyoruz. Terastan görüyoruz hep mezar taşlarını. Ziyaret edip dua okumak istedik.”
Kadının gözleri parlıyor, seviniyor.
“Ne güzel sizin gibi insanların olması… Hicran benim kızım.”
İşte Hayriye Hanım’la böyle tanıştık ve İhsan amcayla, en yakın dostum Metin’le. Hepsinin birer acısıydı bizim komşu mezar taşları. Çocuklar ölümü de öğrendiler böylece. Ve terastan her baktığımızda o mezar taşları bize ölümle hayat arasındaki o ince çizgiyi hatırlatıyor. Bir şeyden eminiz, komşularımızı seviyoruz.
Binnur TEKİNALP