Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C
Salı Çok Bulutlu
11°C
Çarşamba Az Bulutlu
13°C
EDA

Tan yeri ağarıyor, etrafta insanın içini serinleten bir hava oluşturuyordu. Kaldırımın kenarında uyuklayan, belediyenin kulağına taktığı yeşil küpeli, sarı köpek iki patisini öne doğru gererek, beraberinde kocaman ağzını sonuna kadar açıp esniyordu. Sararmış dişlerinin arasından uzun dili dışarı sarkmış gecenin ağırlığını üstünden atmaya çalışıyordu. Kaldırımın karşı tarafındaki beyaz benekli siyah kedi, köpeğin uyandığını görünce yine belediyenin koyduğu büyük çöp konteynırının arkasına gizlenmiş, iri gözlerle pür dikkat kesilip köpeğin hareketlerini takip ediyordu. Şehir yeni güne uyanmaya hazırdı. Deva Apartmanı’nın 7 numarasında, 1+1 stüdyo dairesinde ikamet eden Eda, hâlâ yatakta dönüp duruyordu. Çalar saatin hararetli çalışına aldırış etmiyor, gözü kapalı, eliyle yatağın hemen yanı başındaki sehpanın üzerinde duran saati susturmaya yönelik hamleler yapıyordu. Amma velakin çalar saatin kulakları sağır eden ısrarcı sesine daha fazla karşı koyamamış, stresli bir puflamadan sonra battaniyeyi üstünden atmıştı.

Lavaboda, isteksizce musluktan avuçlarına doğru dolan suyu suratına çarpıyordu. Hafif sarıya çalan saçları, elektrik çarpmış gibi dağınık, göz bebekleri ise solgun görünüyordu. Göz kapaklarının altındaki morluklar beyaz teninin üstünde belirgin vaziyette idi. Bir ara kafasını kaldırıp karşısındaki aynaya bakarak, geçmişini bir film izler gibi anımsamıştı. Onca yıl geçmesine rağmen kolundaki acımasız yılların verdiği izler hâlâ duruyordu. O günleri hatırlarken gözleri dolan Eda’yı, mutfakta fokurdayan çaydanlığın sesi kendine getirdi. Piknik tüpünün altını kapatıp, çaydanlığın içine bir tutam kuru çay attıktan sonra, az önce hazırlamış olduğu tostuyla beraber salona geçti. Camın kenarındaki masanın üzerine elindekileri bıraktıktan sonra, o çok sevdiği reyhana dokunup çıkardığı kokuyu derin bir şekilde içine çekmişti. Gözü dışarıya ilişti. Sokaktaki sarı köpek benekli kediyi kovalıyordu ve hava yavaş yavaş açılıyordu. Güneş yeryüzü ile buluşuyor, ulaştığı yere tatlı bir sıcaklık bırakıyordu. Eda tostundan bir ısırık alıp çayını yudumlarken, gözleri tekrar camdan dışarıya doğru kaymıştı. Hızla dönen acımasız dünyanın boş meşgalesi için her şeyden habersiz koşuşturan, kendince aciz bir varlık olarak gördüğü insanlara dalıp gidiyordu. Henüz yirmili yaşlara adım atmış genç bir kız için, gayet olgun ve sakin duruyordu Eda. Hayatın her evresinde sille yemiş birisi için kararlılıkla ve nereden geldiği bilinmez azmiyle kendisi için hiç de adil olmayan bu hayatın karşısında dimdik duruyordu.

Sonuçta insanları pişiren de geçmişte yaşadıkları acı hatıralar değil miydi? Yaralarını sürekli sarıp iyileşmesi için zamana bırakıyorlardı. Ne hikmetse, mütemadiyen kendince en yakın bildiklerinden yedikleri darbeler sonucu, bedenlerinde açtıkları derin yaralara tampon yaparak geçiyordu hayat.

Eda’yı kendine getiren kitaplığın üstünde duran Maviş adını taktığı muhabbet kuşunun, minik gagasından dökülüp insanın içini okşayan billur sesi idi. Duvardaki saat sekizi gösteriyordu. Hızlıca üstünü giyip saat 9’daki vapura yetişmek için çaba sarf etmeye başlamıştı. Beyaz gömleğinin üstüne kot ceketini geçirmiş, dizinin üstüne kadar uzanan siyah eteğinin altına, yine dizde biten botlarını ayağına geçirerek kendini dışarı atmıştı.

Aceleden dizinin üstünde ipi kaçmış külotlu çorabının izini bile fark edememişti. Kadıköy sahilindeki, bacasından mavi gökyüzüne siyah duman bulutunu gönderen vapur, uzun düdük sesleri ile kıyıdaki insanlara son çağrılarını yapıyordu. Eda kalabalığı yara yara turnikelere doğru yol almış, alelacele kartını çıkarmıştı.

Turnikeden geçmek için cihaza dokundurduğu vakit ekrandaki kırmızı çarpı işareti ve cihazın çıkardığı olumsuz ses Eda’nın paniklemesine yol açmış, üstelik arkasındaki insanların da vapura yetişme çabaları Eda’yı bir anda stres topuna çevirmişti. Kartı doldurmayı unutmuş olan Eda son gayretle çantasını karıştırıyor, diğer kartını bulmaya çalışıyordu. Turnikenin önündeki bekleyişi, dışardan vapura koşa koşa yetişmeye çalışan insanlara engel olmuş ve homurdanmalarına neden olmuştu. Üstelik vapurun son çağrıları da bu koca metropolde karınca sürüsü gibi koşuşturan insanları daha da strese sokuyor en ufak sözlü veya temas eylemlerinde birbirlerine karşı aşağılayıcı davranışlara yol açabiliyordu. Bu anlamda büyüklerimizin “Yeryüzündeki en tehlikeli varlık insandır.” Cümlesine bir kez daha anlam kazandırıyordu.

“Hadisene be kardeşim, vapur kaçacak yahu!”

Diye kaba bir ses Eda’nın kulaklarında çınlamıştı. Bir yandan çantasını karıştıran Eda titrek bir sesle arkadan gelen kaba sese cevap verip, “Çok özür dilerim, lütfen buyurun.” Diyerek turnikenin yanına kayıp takım elbiseli bu kaba adama yol vermişti. Mesele giyim kuşam değildi, asıl olan o elbiseyi taşıyan içindeki karakterdi. 

Olanları kenardan izleyip, vapuru kaçırma derdi olmayan, uzun boylu, saçlarına yer yer aklar düşmüş esmer adamın kartını Eda’ya uzatarak “Buyurun benim kartımı kullanın.” Demesi, kafasını çantaya gömen Eda’nın rahat bir nefes almasını sağlamıştı. Karşısında elinde kartla gülümseyen bu adamın kartını alır almaz turnikeye okutup karşı tarafa geçince kartı tekrar adama uzatarak

“Teşekkürler amca.” Demiş, son düdüklerini çalan vapurun bekleme salonunu bir çırpıda geçerek kendine kalabalığın içerisinde bir yer bulmuştu. Boğazın serin havası yüzüne çarpıyor, az evvelki stresten sonra yanaklarında belirgin olan kızarıklıklar geçiyor, yerini narin beyaz teni alıyordu. Vapurun güvertesinden kalabalığa çarpa çarpa geçen Eda vapurun üstü açık arka bölümünde bir köşe kapmıştı.

Boğazın köpüklü suları vapurun yosun tutan zeminine çarpıp duruyordu. Tepede uçuşan martı sürüsünün kendisini yeryüzünün hâkimi zanneden bu insanlardan yiyecek beklentileri arasındaki, kulaklara çarpan gelişi güzel ötüşleri boğazın olmazsa olmazı idi. Suların karşı tarafındaki İstanbul’un eşsiz manzarasına vapura binen her insanın kayıtsız kalması olanaksızdı. Tarih kokan bu kutsal şehrin her köşesi, her karesi bir hikâye barındırıyordu. Yüzyıllarca ayakta duran bu şehir; dünya tarihine yön vermiş nice büyük zatlar, evliyalar, padişahlara ev sahipliği yapmıştı. Eda bu kutsal şehrin büyüsüne kapılmış, yine derin düşüncelere dalmıştı…

Mehmet Beşir Avcı

Yorumlar

  1. Serdar Demir dedi ki:

    Sürükleyici bir kitap olmuş başarınızın devamını dilerim

  2. Gülümser dedi ki:

    Kaleminize sağlık güzel bir öyküydü…
    Daha niceleride gelecektir eminim……

  3. Feyzullah dedi ki:

    Çok güzel bir öykü tebrikler elinize emeğinize sağlık…

  4. Selman dedi ki:

    Tebrık ederım çok basarılı basarılarınızın devamını dılerım

  5. Mustafa dedi ki:

    Çok anlamlı gayet güzel olmuş başarılar dilerim

  6. Naze Nazdar dedi ki:

    Kaleminize sağlık birden İstanbul’da yaşadığım yıllar geldi aklıma çok güzel bir öykü olmuş…