Yazı yazmanın garip bir cazibesi var. Cazibeli yazı yazma bir düşünce jimnastiğidir. Jimnastik devam ettikçe düşünceler olgunlaşır. Olgunlaşan düşünceler yumağı gittikçe büyür.
Toplumun karşı karşıya olduğu konular üzerinde bu düşünce yumağını fırsat buldukça açıyorum. Açılanın kaçta kaçı okuyucunun işine yaramaktadır. Peki okuyucunun işine yarayacak yazıları yazmakta hür müyüm? Bu sorulara kesin bir yanıt vermek çok güçtür. Bizim düşünmekten nasibini almamışlar aklıma geldikçe düşüncelerimi terazinin doğru tartmayacağı beni endişelendirmiştir. Endişelerimle ne yapabilirim acaba? Daha doğrusu endişe duyduğum yazılarımı kim ciddi bir tahlile tabi tutabilir? Tutamazdı, çünkü saf düşüncemin ideolojik düşüncelerle alakası olmadığını bilmiyorlar. Muhakkak olan şudur ki ideolojilerin sloganlarıyla büyüyenler toplumun hizmetine verilen bu düşünce yumağımın aleyhinde bulunurlardı. Aleyhte bulunan ölçer biçerler beni rahatsız etse de rahatsız olmak bile benim cazibem oldu. Benimki rahatsız olan cazibe de olsa toplumla kucaklayıştır. Toplum da iyi bilir ki toplum katrana bulanır gibi geride kaldığı her konuda toplumu mükemmel göstermek benim şiarımın dışındadır. Belki devamlı bunu söz konusu yapmam ve yazılarımın uzayışı bir parça kurtuluş müjdesi bekleyişten kaynaklanmaktadır. Servet ve mevki tesadüflerle karşı karşıya kalınırken, toplumu düşünen için servet ve mevkilerin içinde olduğu bir hayat arzu edilmediği defalarca tekrarlandı. Zaten tekrarlamaktan hoşlanılmasa yazılmazdı.
Düşünüyorum. İdeolojilerin tuzağına düşmeyen edebiyatçıları düşünüyorum. Düşüncenin bütün kalıplarını kucaklayan edebiyatın dervişlerini düşünüyorum. Manayı madde dünyasına çivileyenler… Edebiyatı da zirvelere kanatlandıran onlar iken, edep ve edebiyatı insanlıkla kutsallaştırıp uzun ve çileli bir nefis terbiyesinden geçiriyorlardı. Aldıkları terbiye insanları parçalamıyor. Terbiye ettikleri nefisler kemale açılan kapı… Bu kapı bilimsel amelleriyle taçlanıyor. Fakirlikleriyle ekmeğini aramağa çalışan derbeder iken bile edebiyatlarıyla mutlu idiler. Garip mi, yoksa hazin mi? Yardım derneklerinden biri beni toplantılarına çağırdı. Yanılmıyorsam bu derbederleri ilk defa kendi ortamlarında gördüm. Zenginlerden çok daha anlayışlıydılar. Gönüllerini insanlığa açmakla dolduruyorlardı. Sosyal yapıları kısıtlı ama büyük meziyetleri vardı. Anladım ki kalıplaşan ideolojiler, insanın duygusal hassasiyetlerini kabuklaştırıyor. Ve anladım ki düşünceden uzak ideolojilerle beraber para pul da edebi duyguları gün geçtikçe pırıltısını karartıyordu. Demek ki duyguların ölmesine galiba tek sebep ideolojik sınıflar ve para pul oluyordu. Çünkü para pul sahiplerinin kültüründe edeple edebin ihtişamı yoktu… Bu ihtişam zenginin ideolojisinde değil, dolup taşan ceplerindeydi. Çünkü kalbi ideolojisiyle katı ve tek boyutlu iken, sahip oldukları maddiyat da, irfan da beşeri beşer yapan vasıflardan yoksundu… Onlar için ideoloji olan zenginlik, kalbin kara örtüsü oluyorken, bedeni de sarıp sarmalayan renkli şal oluyordu. Şalın iki rengi bedenin içini ve dışını kabullenmiyordu. Bedenin dışı renkli örtülerle renklenirken, bedenin içi hep fos kalıyordu.
İbrahim Ayğırcı