Umuda koşuyoruz. Kurtuluşa koşuyoruz… Ama umutlar hep yarım kalıyor. Ya da koşu bandımız erken sona eriyor. Başaracak mıyız? Bilmiyorum ki… Bildiğim umutlarım acı ve mustarip tahribin kaderi… Yine de kötü kadere pes edip durmayacağım. Kitap bahçelerine tohum atacağım ki arkamda umutlar yeşillensin. Yeşillenen sevgi kitaplardaki umutlar… Kitaplardaki umutlar… Başımda dağılmayan bulutlar… Arada sırada gökyüzü kararıyor ve fırtınalarla güzelliğini kaybediyor. Bulutlar yağışlı değil… Evet, bulutların tatlı hayalle benzer tarafını seçtim… Zaten yağış getiren kış mevsiminin bulutlarına benzer tarafları da yok. Sadece hayaldi hepsi. Birçok insan gibi, insanlık gibi hayale atılış kolaydı… Hayallerim de olmasa hayat zindan olmaktaydı. Zindanımın köşesinde hasır bir iskemle… Hasır iskemlenin arkadaşıyım… Arkadaşımı sırtımda taşıyorum. Ara sıra zindanın derinliklerinden gelen sesi işitsem de kime ait olduğunu bilmiyorum. Bozuk bir radyodan dökülen kelimeler ölüm marşı gibi… Zindanda yaşayan bir ölü… Gömülmesi unutulmuş bir cenaze… Hayır, sadece acıyla yoğrulmuş ve çürümeye terk edilmiş bir ölünün kaderidir… Başlamadan biten bir oyun bu… Kaderimin rejisörü bazen çok haksızlık etmektedir. Belki de yaptığı haksızlık değil, ben verilmiş rolleri beceremiyorum. Güller dikenli… Dikenleri batınca acıttığı anlaşılıyor. Ne diyordu derbeder şairimiz; “Kendi rüyamı çaldırdım.” Peki derbeder şair rüyasını niye saza çaldırsın ki… Çünkü saz ona geçmişin gamını ve acısını hatırlatmakta… Ve çalınan sazla şairin daima derbederliği artmaktadır… Zaten ses ve seda kesildiği zaman ziyafet sona ermekte… Ziyafetten kalan şarabı da kim içerse içsin artık. Belki de saki kendi dağıttığı şarabını içecektir… Hazin olan da budur. Hem kadeh, hem bade… Umutlar ve hayaller kadehindeki içtiğin şarap gibi… Kadehteki umutlar bazen hayal, bazen gerçek… Ama acıyla yoğrulanlar ancak destan oluyor. Çünkü destanların harcını acılar yoğurmaktadır. Acılı kahramanlar hep taçlı…