Yetmişli yılların ilk yarısıydı. Ben dokuz on yaşlarında, ağabeyim de benden üç yaş büyüktü. Elli altmış kadar koyun ve birkaç keçiden oluşan küçük bir sürümüz vardı. Öğleden önce koyunlarla kuzular ayrı ayrı otlaklara götürülür, öğleyin koyunlar sağıldıktan sonra da birlikte otlatılırdı. Doğal olarak ben ailemizin kuzu çobanı ağabeyim de koyun çobanıydı.
Normalde hayvanların dışkıları kendilerini kirletmezdi. Ancak bahar ve yaz aylarında etrafta bol miktarda yeşil ot olurdu. Karın doyurma konusunda ölçüyü kaçıran bazı obur koyunlar bunun sonucunda ishal (Ötürük) olurlardı. İşte bu ishalli dışkılar koyunların arka kısmındaki tüylerine yapışır ve zamanla yapıştıkları yerde kururlardı. Küçük topuzcuklar şeklindeki bu kuru dışkılara bizim oralarda tokurdak denirdi. Koyunlar yürürken veya koşarken birbirlerine çarpan bu tokurdaklar şıkır şıkır sesler çıkarırlardı. Hatta kıyafetlerinde gereksiz ve ses çıkaran eklentiler olanlara “Tokurdaklı koyun gibi” denirdi.
Genellikle hepsini yün olarak biliriz ama ilkbaharda kırkılan koyun tüylerine yapağı, güzün kırkılan koyun tüylerine de yün denirdi. Annemiz kaliteli ve temiz yün elde etmek için koyunların kırkılma günlerinden önce yıkanmasını isterdi. Neyse ki evimizin yakınından billur gibi berrak ve temiz suları akan Kayacık çayı geçiyordu.
Bir öğlen vakti ağabeyimle beraber koyunlarımızı Kayacık çayının kenarına getirir, sağı solu kapatarak koyunları çayın derin yerine doğru sürerdik. Karşıya geçince de sürüyü tekrar geri döndürür, çayın derin kısmından bir kere daha geçirirdik. Öğle sıcağında ileri geri geçmekten bitkin düşen koyunlar, çay kenarındaki bir çınar ağacının koyu gölgesine sığınırlardı. Bu arada ıslanan tokurdakları yumuşamaya başlardı. Tabi iş bu kadarla da bitmezdi.
Ağabeyim kıyafetlerini çıkarır şortuyla çayın derin kısmına girerdi. Ben de genellikle tokurdaklı olan koyunlardan başlamak üzere koyunları birer birer ağabeyimin bulunduğu göle doğru götürürdüm. Ağabeyim iki eliyle birlikte tüylerini ovalaya ovalaya koyunları bir güzel yıkar, burunlarındaki sümükleri bile temizlerdi. Bu arada koyun tüylerine yapışan tokurdaklar suda eriyip dökülür, dökülmeyenleri ağabeyim elleriyle bir güzel yıkardı. Tüylerinden sular akarak çaydan çıkan koyun çakıl taşları üzerinde şöyle bir silkelenir, diğer koyunların yanına doğru giderken tüyleri fön çekilmiş gibi tertemiz parlardı. Daha sonra annem kendi elleriyle bu koyunları kırkar, elde ettiği tertemiz yünleri kış boyunca kirmanıyla eğirir, her bahar çocuklarından birisi için çeyizlik bir kilim dokuturdu.
Elli altmış yıl önce Gördes kırsalında dağınık halde yaşayan biz Yörükler sanki başka bir dünyada yaşıyor gibiydik. Yaşam biçimlerimiz ve kültürel değerlerimiz tamamen farklıydı. Beş yıl kadar önce öykü yazmaya başladığımda benim sloganım “Bir asırdan bir asra öykülerle yolculuk” idi. Ben bu yolculukta, artık unutulmaya yüz tutmuş geçen yüzyılın yaşam biçimlerinden ve kültürlerinden kesitler sunmaya, böylece onları kayda geçirip ölümsüzleştirmeye çalışıyorum.
Sevgilerimle
Necati KüçüK
( Az Efe )