Yazdıklarım… Yazdıklarım hep tatsız olayları hatırlatıyor. Şikayet ve eleştirisini yaptığım bir sürü olay… Halbuki insanlar için ümit dolu beklentilerim vardı. Beklentiler insanca ve insan ancak bu kadar fedakarlıkla can ciğer arkadaşların omuzlarında olmayı beklerdi. Ama benim can ciğer saydıklarım seviyesizce saldırmaya başladılar. Peki, ben ne yaptım? Hep kendime sordum: ne işim var bunların arasında? Hatıralarımı deştikçe kabuk bağlamış yaralarım kanıyordu. Kanayan yaramın durmasını beklerken kendime küfürler de etmiyor da değildim hani. Ben kendime kızarken onlar ise; göbek atıyordu. Göbek atıp keyiflenen arkadaşların başlıca vasfı ihanet etmekse bunu da başarabiliyorlardı. Bereket versin erken ayıldım. Ve ayılmam ile erken ayrıldım. Artık kendim için yanıyor ve sadece kendim için tutuşuyorum. Nemlenmiş ve küflenmiş bir tomar hatırayı hatırlamaktansa ağırlığıyla çöpe döktüm. Galiba akıllandım artık. Evet, akıllandım… Akıllanan hafızam… Hafızam silik bir hatıra gibi… Ne yapayım? Kimisini hatırlamak, diğerlerini hatırlatır dememişler miydi? Bir hatıranın tesadüfen karşıma çıkaracağı fırsatlar… Çünkü kendimi ancak yazdıklarımdan öğrenebilirdim. Ama yazdıklarım tatsız olayları hatırlatıyor. Aslında tatsız olaylar bir projektörün ışığında ayıklanırken, aydınlıkta ne çıkacağı belli… Çünkü elbiselerimi çoktan yırtmıştım. Şeref ve haysiyeti yazılanlarda çıplak teşhir etmek belki benim zararıma idi ama bu zararı göze alacak cesaretli idim herhalde. Okullarda andımızı her sabah haykırmakla meşgul olurken, andımızda olan ilkeleri icraata geçirmeyi unutmuştuk. Ve düşman bu durumumuzdan hoşnuttu. Aslında düşman bizi birbirimize alkışlatırken birbirimizin suç ortağı olduk… Ve bizler bu mirası ve bu serveti hak etmeden kazanırken, hiç büyümedik. Büyümedik çünkü miras köksüz ve meyvesiz iken alkışlanmıştı. Zaten ne dal verdi, ne de meyve…