Şiir bir nehir gibi akan bir süreçtir. Şiiri durağan bir tanıma sıkıştırmak, tabi ki sınırlandırmak, bizi düşünsel ve felsefi olarak şiir tanımında yanlışlar ve hatalar yapmamıza neden olacaktır. Çağa ve döneme göre, şiir ile ilgili yapılan tanımlar o gün ve o anlayışa göre, kişi özelliğini de içinde taşıyarak elbette doğrudur veya doğruluk payı taşır. Ancak çağ, dönem, kişiler ve anlayışlar değiştikçe şiir tanımı da sanat anlayışları da değişim özelliği göstermesi kaçınılmazdır. Her çağ, dönem, kişi ve sanat anlayışına uygun tam doğru ve her daim geçerli ve kabul gören bir şiir tanımı yapmak elbette imkansızdır. Ancak bu şiiri tanımlamaktan ve sanat anlayışını geliştirmekten bizi alı koyamaz. Sanat ve özellikle şiirin genel anayasal temellerini kurmak ve açıklamak, hatta her daim yeniden inşa etmek mecburiyetindeyiz. Bu da sanat ve şiirin doğasına, akışına ve gelişimine uygundur. Böyle yapmazsak sanat ve şiirde gelişme olmaz. Biz bu gelişime hem ayak uydurmak hem de yeni tanım, kavram, anlayış ve felsefi düşünceler geliştirerek sanat ve şiirin gelişimine katkıda bulunabiliriz. Sanat ve şiir çok anlamlı olduğun için de biz tam bir tanımda uzlaşamayız.
Sanat ve şiirde işlenen konu, anlam ve kelimeler günlük dildeki anlamdan farklı olduğu için her okuyan ve dinleyen aynı sanat eserinden bin bir mana çıkarır ve o kadar çeşitli duygu hisseder. Sanatın ve şiirin değerini bir de bu belirler. Geçmişte yaratılan sanat eserleri ve şiirden bugün biz değişik manalar çıkarmamız, hatta yaratıcısının dahi duyup düşünmediği duygu ve düşüncelere varmamız yukarıda söylediğim sanatın ve şiirin sürekli bir oluş halinde olması özelliğinden değil midir?
Sanat ve şiir doğa, insan ve toplum gerçeğine yaslanmalı elbet ama bunun da ötesine geçerek hayal ve umudu güzelliklerle sanatsal anlatmalı. Karşımızda olan herkesin gördüğü gerçekliğin bilinmeyen değişik yanlarını ve güzelliklerini ortaya çıkarmalı ve anlatmalı. Bunu yaparken de sanatını hayal, umut, düşünce ve felsefe ile süsleyip geliştirmeli.
Yazar ve şair eserini özgün yazıp çağlar boyu yaşıyor, beğeniliyor, değerini kaybetmiyor ve anlaşılıyorsa klasik olmuştur. Bu da sanat eserinin ya da şiirin her dönemde herkesi kucaklıyor olmasının sonucudur. Her daim geçerli duygu ve düşünceleri sanatın temel felsefesi ve kurallarına uygun olarak yazılarında ve şiirlerinde kullanmış olanlar klasik sanatçı ve eserleri de klasik sanat eseri olur.
Evet, nasıl yazarsak yazalım, şiir iklimlerinde nasıl dolaşırsak dolaşalım, ama kendimize özgü olanını, “Homeros’un dediği o kanatlı sözlerin ürpertilerini yakalayalım. Yücelerde kanat vurmanın hem sevdasıdır hem hüznüdür şiir…”
“Şiirde hem toplumsallığı göz ardı etmeyeceksin hem de yazdığın şiir estetik bir tabana oturacak. Politika ya da toplumsal sorun, şiirin estetiği içinde eriyecek, erimeli.” diyor Refik Durbaş. Ben de bu görüşe katılıyorum.
Şunu iyi bilmek gerekir ki düşünmek için esasen yazarın veya şairin yalnız kalması elzemdir. Sanat ve kültür yaratıcısı insanlar için bu temel şarttır, yalnız kalmayı bilmek gerekir. Yalnız kalmayı bilmeyen milletlerden ve insanlardan fazla bir sanat eseri çıkmaz. Örneğin böyle milletlerden, toplumlardan ve insanlardan iyi düşünür, sanat insanı, yazar ve şair çıkmasının imkânı yoktur.
Bizim gibi geleneksel ve otantik toplum yapısında böyle bir yalnız kalma kabiliyeti yok maalesef. Bu yüzden de bizim gibi kapalı ve gelişimi, değişimi dışlayan, hakir gören halkların içinden iyi düşünür, sanat insanı, yazar ve şair pek çıkmıyor. Bunun nedeni bu toplumlardaki insanların zekalarının düşük olması mı sebep? Estağfurullah, tabi ki böyle bir şey söz konusu bile değildir. Ama şu da bir tarihi toplumsal bir gerçektir ki bu sosyal ve geleneksel özellikteki toplumlar ve biz Türkler yalnız kalamayız. Bizim milletimizde böyle bir yalnız kalma ve tek başına bir iş becerme huyu ve yeteneği genelde pek yoktur. Hatta bu bizde ya hiç gelişmemiştir ya da çok az tek tük insanlarda gelişmiştir. Çünkü biz birlikte gezeriz, birlikte eğleniriz, birlikte ağlar ve güleriz, birlikte ders çalışır, birlikte yazı yazarız biz yalnız kalmayı sevmeyiz, bilmeyiz ve beceremeyiz. Çünkü biz birlikte olmazsak var olamayız. Birlikte olmanın konforuna, onun getirdiği garantiye ve güvene yaslanıp kolay yaşamayı seçeriz. Ama işte bu garanti, konfor ve kolaycılık da yaratıcılığı sakatlar, körelmiş ve zamanla bitirir. Düşünce üretme, sanatsal yaratı, felsefi ve edebi yazmayı ve şiir yaratısını, kabiliyetini azaltır ve giderek yok eder.
Yalnız kalamayan insanın, gözlemlerinden ve yaşadıklarında edindiği izlenimlerinin üzerine değerlendirme yapmak, mantık yürütmek, analiz ve sentez yapmak, düşünce geliştirmek, felsefi ve sanatsal yeni yaratımlar ortaya koyma imkân ve kabiliyeti ya hiç olmuyor ya da yarım ve güdük oluyor. Bu yüzden ben bizim gibi toplumlarda ve özellikle Türk toplumunda insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini ve hayatlarına uygulamalarını öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek yaratıcılık açısından çok önemlidir ve ayrıca da bu insan olma yolunda çok değerlidir. Ülkemizde bu özeliği kullanan büyük bir avantaj elde eder. Felsefi, sanatsal düşünce; yaratıcılığın ve insanlığın hem yapı taşı hem de ilerleyip gelişmesinin vaz geçilmez lokomotifidir.
Mutlu insan mı yoksa mutsuz insan mı yazar? Bana göre daha çok mutsuz ve hayattan rahatsız insanlar yazma ihtiyacı duyarlar. Bir başkaldırıdır aslında bu yazma ihtiyacı, olumsuzluklara, mutsuzluklara, hayal kırıklıklarına ve kötülüklere karşı. Dünya ve Türk yazınında yalnızca büyük, düşünceleri ile tarihe damgasını vuran yazarlar ve şairler vardır. Bunların dışında da genellikle büyük toplumsal yığınlar vardır. Bu toplumsal yığın üç farklı okuma özelliği gösterir:
Dünya küçük bir iyiliğe şimdi her zamankinden fazla bir biçimde gereksinme duyuyor. Okumayı ve kitapları seven kişi kötü insan olamaz. “Yazmayı acı çekerek doğurmak olarak gören başka yazarlar var mıdır? Benim bildiğim Malraux yazmanın kahredici acısına ve yaratmanın zorluğunu değinerek, ressamların kısmen daha mutlu, yazarların ise yazma ve yaratma sürecinde ressamların göre daha mutsuz kişiler olduğunu söyler. Bu duruma örnek olarak da Matisse ile Picasso’nun hayatını ve sanat yaratırken mutlu olduğunu gösterir. Henry Miller da resim yapmayı “yeniden sevmek” diye tanımlar. Abidin Dino da ressamın mutlu olmasını ya da Nazım ustanın dediği gibi mutluluğun resmini yapmasının toplumun kurtuluşu, özgürlüğü, tam demokratik yönetime geçmesini, herkesin hakkını alarak mutlu olmasını, ayrılanların memleketine kavuşup halkıyla neşeyle kucaklaşmasında görür. Kısacası ressamlar yazma yaratısının, resmin yapmanın yanında, daha acı verici bir yaratıcı süreç olduğunu savunurlar. Bunun nedenlerine gelince yazma eyleminin doğrudan acı gerçeklerle bağlantısının yazarı duygusal, düşünsel ve psikolojik olarak zorlandığı hususunda birleşirler.
Ben yazmak eylemini acı çekerek yaratmak olarak görenlerdenim. Bana bu düşünceyi verense, yazmanın sadece güçlüğü, acı çektirmesi ve kahrediciliği değildir. Bu yeni bir düşünce ortaya koymak, yeni bir estetik sanat eseri yaratmak bu sürecin sancıları az bir acı mıdır? Hele düşüncelerini ve duygularını bir estetiğe bürürken bulmaya çalıştığın veya bulamadığın sözcüklerin zulmü? Sözcüklerin salt bir duyguyu, düşünceyi veya nesneyi karşılaması, anlamı ve insan zihninde oluşturduğu algıları yeter mi? Dış gerçekliği maddeyi, biçimleri, sesleri, kokuları, renkleri, özellikleri ve insan bilinci içindeki, algı, bilişsel çağrışımları, anlam derinliğini yüklenmeyen bir sözcük nedir ki? Bu sözcüklerin bir metinde sanat eseri oluşturacak şekilde veya bir dizede şiir oluşturması için yer almaları, o dizenin ve şiirin derinlikli ve estetik beğeni sağlaması için yeniden kendi anlamlarını oluşturmaları kolay mıdır? Yazının hangi alanında sözcüklerin şiire yaptığı baskılar kadar bu durum vardır? Söyleyin. Sonra şairin ilk dizesini oluştururken bu sözcüklerin ve düşüncelerin direnişi, dik başlı ele gelmez kurumu, aşık usandıran nazları, çileden çıkartan despotluğu hangi yazım ve yaratım alanında vardır? Bu sözcüklerin şaire yaptığı acımasızlık, giderek gaddarlık ve hatta kadirbilmezlik yeni şiirin doğumunu güçleştirse de her iyi, kaliteli ve güzel eserin doğumu gibi bir eşsiz sonuca ulaşırsa acı yerini dinlenmiş büyük bir mutluluğa bırakır. Bir şiiri bitiren şairin çektikleri önce kendi yarattığı şiiri beğenmesiyle sonra okurunun beğeni ve takdirini kazanması ile biraz hafifler.
Yazmak: Mutsuz ve rahatsız insanların rahatlaması için çekilen bir acılı yaratma sürecidir. Peki mutlu insan yazamaz mı? Elbette yazabilir. Ama mutsuz insan kadar düşünsel, duygusal ve felsefi ya da sanatsal yaratıcılıkta bulunamaz. Bunun nedeni hayatın çıplak acı gerçeklerinden rahatsız olma ve bunu düşünsel düzeyde ve sanat ile düzeltme isteğidir.
Tarihi süreç içerisinde ‘şiirde anlam’ hep tartışma konusu olmuştur. Bazı yazarlar, edebiyatçılar ve şairler, şiirde anlamı (içeriği) temele almış ve içeriğin şiirde belirleyici unsur olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da şiirde biçimin (formun) asıl belirleyici unsur olduğunu savunagelmiştir. Bu karşıtlığın hâlâ sürdüğünü söyleyebiliriz. Şiirin duygu, düşünce ve anlamdan oluşan bir içerikle oluştuğunu savunanlar olduğu gibi şiirin biçim ve yazım metoduna bağlı olduğunu söyleyenler de vardır. Bu iki karşıt anlayışların çarpışmasıyla yeni ve daha doğru şiir tanımlamaları ve yeni şiir anlayışları ve yeni şiir akımları ortaya çıkmıştır.
Şöyle özetlersem; şiiri içerik, biçim, yapı, imge, duygu, düşünce, ses, anlam gibi öğelerden birine indirgeyenler de vardır. Tek bir özelliğe ve niteliğe dayalı bu anlayışların doğru ve geçerli olmadığı çok açık ve net görülüyor zaten. Bunun için bizim başkaca bir kanıta ihtiyacımız yok. Çünkü şiir; içerik, biçim, yapı, imge, duygu, düşünce, ses, anlam, sözcük, çekim eki, bağdaştırma, uyum, kafiye, redif, cinas, söz ve anlam sanatlarından biri değil, bunların oluşturduğu bir bütündür. Bir şiiri oluştururken ve bir şiiri değerlendirilirken bir yönüne değil bu bütünün tamamına bakmak gerekir. Bu da yetmez tarihsel olarak şiir nereye oturuyor? Şiirin felsefesi nedir? Toplumsal gerçeklikle örtüşüyor mu? Estetik bir değeri var mıdır? Konu işlenişinde mantıksal bir metot ve tutarlılık var mıdır? Düşünce, duygu ve sanat uyumu sağlanabiliyor mu? Buna benzer birçok soruyu cevaplayarak şiirin nasıl bir şiir olduğu çözümlenip tanımlanıp değerlendirilmelidir.
Edebiyat yazınında yazarların ve özellikle şairlerin kullandığı sözcükler diğerlerinin de kullandığı sözcüklerdir. Dolayısıyla yazarların ve şairlerin ortak kullandıkları sözcüklerin temel ve yan anlamlarını düşünür, esinlenme kaynağından kimsenin esinlenemeyeceği biçimde esinlenir, uzak ve yakın çağrışımları, çok anlamlılıkları, eş anlamlılıkları, kavram karşıtlıklarını hesap eder, ad ve eylem aktarmalarına, dil sapmalarına başvurur, alışılmamış bağdaştırmalar oluşturur, söz ve anlam sanatlarını işlerliğe sokar, oluşturduğu biçimle şiirin sesini bir müzisyen gibi kurgular. Hatta bu yazarlar ve şairler yeni kavram ve sözcükler üreterek hem düşünceleri ve duyguları daha iyi, kapsayıcı ve etkili kullanırlar ve böylece dilimize ve yazın dünyasının gelişmesine ve ilerlemesine çok büyük katkılar sağlarlar.
Doğru, sağlam, düşünsel ve estetik bir yapıya sahip yazın ve şiir, kültür çerçevesinde genel bir kültürel örgütlenmeye neden olacak ve tarihsel süreçte mutlaka başarıya ulaşacaktır. Tabii ki bireysel yetersizlik, felsefe, bilim ve sanattan uzak bir anlayış ve bu çapsız, sığ kalıplarla düşünen kişiler, düşünce, kültür, sanat ve şiir anlayışı ve eserleri olarak da tarihin büyük öğütücü çöplüğünde yok olacaklardır.
Sözcükler ve kavramlar felsefi metinde, yazın alanında, sanatta veya özelikle şiirde eğer sanat işlevi taşıyor ve sanat eserinin içinde uyumlu ve estetik ise insanların duygularına hitap ediyorsa neden kullanılmasın. Ama bunlar yoksa böyle kelimeler ve kavramlar elbette felsefe, edebiyat, sanat ve şiir açısından değersiz olacak ve tarihin çöplüğüne atılacaktır. Felsefede, edebiyatta, sanatta ve şiirde kullanılan kelime ve kavramlara salt ahlaki değerlendirmelerle ahlaksız, pislik ve kötü yaftasını yakıştırmak, başlı başına bu sığ ve kısır Düşüncenin bizzat kendisinin kendisiyle abesle iştigal ettiğinin göstergesidir. Felsefede, edebiyatta, sanatta ve şiirde ahlak, bilgi, akıl, hayal, düşünce, inanç, toplumun geleneksel kuralları, yaşanılan çağ vs. hepsinin sınırları aşılır. Eğer böyle olmazsa gelişme ve devrimci sıçramalar olmaz ve olamaz. Felsefe, edebiyat, sanat ve şiir tek boyutlu değil ki tek boyutu ile ahlaki bir değerlendirme ile pislik, temizlik yargısıyla yargılanabilsin.
Böyle oluşturulmuş bir yazın metni, roman, hikâye, makale, deneme vs. ve özellikle şiir oldukça kompleks, çok anlamlı ve karmaşıktır, kavranması kolay değildir. Böyle olduğu için bütün kaliteli, iyi ve güzel yazın metinleri ve özellikle şiirler, bir ya da birkaç öğesi üzerinden değerlendiriliyor. Bu nedenle de bir değerlendirme diğerini tutmuyor. Bu da bir yazın metninin ve özellikle şiirin herkes için geçerli tek bir anlamının olamayacağı noktasına vardırıyor bizi. Bu da bir yazın metninin ve özellikle şiirin anlamı, okuyucu ne anlıyorsa ona göre yeniden bir duygu ve anlam kazanır. Bunun yanı sıra elbette bir felsefi metnin, edebiyat yazınının ve özellikle şiirin kendine has bir anlamı, fikri, duygusu, estetiği ve lirizmi vardır. Bir de yazarın ve özellikle şairin şiiri yaratırken ve yarattıktan sonra düşünceleri, duyguları ve etkileri vardır. Gerçek anlam ve değerlendirme tarihsel süreç içerisinde klasikleşerek tam yerine oturacaktır yargısına beni vardırıyor.
Merak, soru sorma, araştırma ve cevap bulma ve bilgi edinme isteği ve bilgiye ulaşma ve özellikle sanat insanı insan yapar. Hele bu bilgi estetiğe ve hele ki insanın kendini anlama, yorumlama, değiştirme ve geliştirmenin kapılarını açan bir anahtar ise insan olma yolunda çok yol almışız ve çok ileriye gidebiliriz demektir. İnsan düşünce ve kişilik olarak gerçek anlamda iyi ve gelişmiş düşünce, ruh, duygu ve davranış olarak insan oldukça felsefe, yazın, sanat ve şiir de gelişmeye ve tam tersi bütün bunların gelişmesi de insanı bütün yönleri ile geliştirmeye devam edecektir. Yeter ki biz isteyelim, niyet edelim, ihtiyaç duyalım, merak edelim, soralım, araştıralım, değerlendirelim, bilgi edinelim. İnsan olmak için kendimizi geliştirelim, en önemlisi de her şeyi ben bilirim cahilliğine saplanmayalım ve ben oldum artık mantığı ile düşünüp hareket etmeyelim. İyi, güzel, düşünce, felsefe, yazın ve sanat, hele ki şiir yaratan bilgili ve giderek bilge insan olmak olağanüstü çabaya ve kişiliğe bağlıdır.
Şimdi sadece şiir üzerine ağırlıklı bir analiz yapalım. Bir şiirde sadece bir kısmına bakıp değerlendirme yapmak bizi mutlak bir yanılgıya ve yanlış yargılara götürür. Mesela şu dize veya şiirin şu kısmı, birimi çok çarpıcı, başarılı, lirik, sanatsal ve estetik diyerek yargıda bulunmak bizi yanlışa sürükler.
Şiir üzerine okuma süreçlerimde şiir üzerine yazılan yazılarda çok okudum ve rastladım bu düşüncelere. Şiir üzerine konuşmalarda çok duydum böylesi yargıları. Böyle değerlendirilen şiirin tamamının nasıl olduğunu hep merak ettim ve araştırdım. Nesnel, doğru ve kapsayıcı bir yargıya varabilmek için o şiirlerden bulabildikleri mi de okudum. Bu çalışmalarım bana gösterdi ki böyle tek taraflı ve kısmi değerlendirmeler karanlıkta filin eline gelen kısmıyla fili tanımlamadaki yanlışlar gibi yanlış değerlendirmeye neden oluyor.
Bütünlüklü bir konu, düşünce, estetik ve sanat değeri olmayan bir şiirde güçlü bir dize veya bölüm olabilir. Buna bakılarak ve sadece burası baz alınarak kritik yapıp değerlendirme yapmak yetmez daha doğrusu yetmemeli. Şiir diye ortaya konulan metnin bütününe ilişkin sanat, estetik, duygu, düşünce olarak bir yargıya varılmalı. Bazı dizelerinin veya bir kısmının güzel, güçlü olması hiçbir şiiri kurtarmaz. Öncelikle şairler, şiir yazanlar ve şiire gönül verenler bunun bilincinde olmalı. Bir etkili ve estetik dize yakalayınca tamam artık deyip işin içinden çıkmamalılar. Şiir yazdım şair oldum düşünce ve duygusuna kapılmamalılar, bu moda hiç girmemeliler.
Şiir, kusursuz bir panorama, sanat eseri, tablo veya bütünü güzel bir insan gibi olmalı. Bunların sadece bir bölümünün güzel olması eserin tamamını güzel yapmaz. Şiirlere de bu açıdan bakılmalı.
Sözcükler üzerinde düşünmeye, onları düzenlemeye, sanat yapmaya, yazmaya, düşünce üretmeye ve oynamaya başladığınızda onlar da sizinle oynamaya başlar. Bir bağdaştırma yaptığınızda (en az iki sözcüğü yan yana getirdiğinizde), yaptığınız bağdaştırmaları da bağdaştırdığınızda kullandığınız sözcüklerin başkalaştığını, sözlükteki anlamlarından uzaklaştıklarını, mecaz anlam kazandıklarını, yeni duygulara ve düşüncelere dönüştüklerini görürsünüz.
İnsanın düşünce ve duygularını kanatlandıran ve kendi de kanatlı bir yaratıcı insan olan sanatçı, yukarılarda bir yerlerde durup ardından gelen, onu okuyan ve izleyen insanları siz, biz diye ayırmaz, ayırmaması gerekir diye düşünüyorum. Bunu hele yazın, düşünce ve duygu olarak hele ki şiirde hiç yapmamalıdır. Çünkü gerçek ve gerçeğe ilişkin bilgi ve duygu, en yoğun biçimde yazın, felsefe ve özelikle şiirde öz olarak bulunur. Gerçek anlamdaki bir şiirden bir şey çıkaramazsınız ve şiire hiçbir şey ekleyemezsiniz.
” Çimenler üstünde göz yaşları var” dizesindeki sözcükler bir araya getirilerek (bağdaştırılarak) “Sevgiliden ayrılmanın acısından bahsedildiği.” hemen anlaşılıyor. Bunu görmeyip kullanılan bu sözcüklerin ilk (temel) anlamları varlığını sürdürürken ilgili sözcükler yan anlamlar da edinir. Temel anlam ile yan anlamlar birlikte gerçek anlamları oluşturur. Böyle bakılmadığında söyleneni doğru anlamak olanaksızlaşır. Bir şiiri kavramak o şiirde buluşturulan sözcüklerin anlamsal çağrışımlarını, gerçek anlamı yakalamayı ve yan anlamlarını bilmeyi gerektirir. Bu başardığınızda şiir dilini öğrenmeye başladığınızı fark edersiniz.
Bir düşünürün, yazın emekçisinin, sanatçının ve şairin işi, insanlara şunu yapın, bunu yapın şeklinde bir düşünceyi veya görevi empoze etmek değildir. Düşünce ve anlayışını tarihi, sosyal, bilimsel, felsefi, estetik ve sanatsal doğru temellendirmelerle örneklemeler ve ispatlarla açıklamak ve ortaya koymaktır. Bugün hâlâ yaşamakta olduğumuz en büyük kültürel açmazlarından biri, bunun hâlâ yeterince doğru anlaşılmamış ve aşılamamış olmasıdır.
Düşünür, yazın insanı ve şair yazdığı eserin bir gelecek tasarımı, yeni bir yaşam biçimi önerisi olması gerektiğini bilir. Bu temel anlayış ve düşünceye göre eserini bu temelde kurgular, kurgulamalıdır ve yaratmalıdır. Bu kavrayışla yazılmış bir eserle karşılaşıldığında, kendinde yerleşik olan verili düşüncelere ve genel geçer kabul gören ve toplumca da benimsenmiş klişe düşünce yapısına saldırıldığını düşünebilir. Eğer dogmatik bir düşünce yapısı, kişiliği ve anlayışı varsa karşılaştığı yeni düşünceleri ve eserleri hemen yok sayabilir. Oysa okuma, düşünme, yazma ve yaratma eylemi, öncelikle anlama, analiz etme ve yeni bilgiler üretme eylemidir. Bundan sonra kültür emekçisi karşılaştırmalar yaparak kişinin kendisiyle yüzleşme süreci başlar. Bunun sonucunda düşünceleri, duyguları, davranışları ve kişiliği, hatta yazdıkları değişebilir ve gelişebilir. Böyle kişiler değişip geliştiği oranda da başkalarını etkileyebilir. Şimdilerde düşünce insanlarının, yazarların, sanatçıların ve şairlerin çoğunun umurunda değil bu. Böyle olduğu için de ortaklaşa düşünmenin, insanlık bilincinin zorunlu olduğu da unutulmuş görülüyor.
Bu felsefe, düşünceler, deneyimler, sanat, öyküler sadece kitaplarda kalıyor. Tarihte olduğu gibi günümüzde de kimseler, onlardan gerekli dersi çıkarmıyor. Bundan dolayı da tarihsel olaylar ve olgular tekrarlanıyor. Böyle olmasaydı tarih tekrar eder miydi hiç? İşin daha da ilginci daha da kötüsü yapılıyor: İnsanların, sabun kalıpları gibi aynı tip kafalar taşımaları, aynı düşüncelere sahip olmaları, sanatçıların hep aynı kalıptan çıkmış eserler üretmeleri, iktidarı ve yaptıklarını övmeleri, şairlerin aynı klişe şiirler döktürmeleri isteniyor.
Herkes tek başına kafasını deve kuşu gibi kuma gömüp oynadığı bir oyunu var. Çözümsüz fasit bir çember gibi düşünceleri hapsetmiş sıkıcı bir oyun bu. Çürütücü, açmaz ve düşünsel açılımı olmayan bir oyun. Bundan kültürel bir örgütlenme, iş birliği ve çözüm çıkmaz. Bu yüzden çözüm üzerine düşünce üretme, felsefe yapma yerine kendine yalan söyleyenlerin, kendini kandıranların sayısı hızla artıyor. Buna bir dur demek artık biz düşünen, okuyan, yazan, üreten, bilgi, düşünce, kültür, sanat ve şiir emekçilerinin boynunun borcu ve tarihsel, toplumsal görevidir.
Dünyada ve ülkemizde emperyalist sistem kötü siyaset ve uygulamaları, toplumsal olaylar, adaletsizlik, güvensizlik ve gelecek kaygısı tüm bu olup bitenler, insanların çaresizliği, umutsuzluğu ve kokuşmuşluğu, bana, Jean Paul Sartre’ın ilk romanı ve varoluşçuluk felsefi düşüncelerini temellendirdiği Bulantı’yı (1938) anımsatıyor durmadan.
Romanın kahramanı, anlatıcı Antoin Requentin ağzından Sartre felsefi olarak hayata, insana, kendine, dış gerçekliğe, kendi iç gerçekliğine, nesnelere ve bunların kendi üzerindeki duygu ve düşüncelerini bunların bulantı hissi ve düşüncesini, korku, kaygı ve varoluşa ilişkin ayrıntılı düşüncelerini romanın kargaşa dolu rutin insan ilişkileri, davranış ve düşüncelerini anlattığı uzun romanına serpiştiriyor. Günlük yazarı Requentin yazmış gibi günlüklerini Sartre aslında kendisi yaşantıda olan her şeyden bulantı duyuyor, tiksiniyor, korkuyor. Daha önemlisi, kendinden de tiksiniyor. Çünkü durmadan kendini sorguluyor. “Şunu niye yaptım, neden yalan söyledim, niye birinin üstüne iftira attım, neden dedikodu yapıyorum, neden başkalarını kıskanıyorum, neden ikiyüzlüyüm…” gibi bir insanın başkalarına ve kendine sorabileceği bütün soruları, doğrudan ya da dolaylı yoldan sorup insanı kendisiyle yüzleştiriyor. Hayattaki ve dünyadaki var oluşana bir anlam arıyor.
Ne yazık ki tarihte olduğu gibi çağımızda ve günümüzde de siyaset, toplum, felsefi düşünce, kültür, sanat, edebiyat ve şiir ortamında bulantıyı ve tiksintiyi yoğunlaştırarak hissettiren insan olma varoluşunu tamamlayamamış ve becerememiş çok varlık var.
Bunun gibi birçok sebepten dolayı Nâzım Hikmet’in “İt Ürün Kervan Yürür” adlı kitabı ve büyük ustanın felsefi düşünceleri ve umutlu bilgi ile duygularını işlediği her geçen gün olduğu gibi günümüzde de daha bir önem ve anlam kazanıyor.
Görünüşü ve kılık kıyafeti insan suretinde ama düşünce, davranış, kişilik ve yaşayış olarak ölü olan çok varlık var. Düşünce, kültür, sanat, edebiyat ve şiir çevresinde de bunların yansımaları elbette olacak. Ama oluş ve insanlığın varoluş yürüyüşü devam edecek.
Toplumsal, tarihsel ve insanların yaşadığı doğal, düşünsel ve duygusal olaylar, olgular, durumlar elbette çok önemlidir. Bunların bazıları umut, mutluluk bazıları da dehşet vericidir. Öyle olaylar, olgular, düşünceler ve davranışlarla karşılaşır ki insan donar kalır, dili tutulur, aklı ve mantığı durur, havsalası almaz. İnsan tam bu durumda acıya dönüşür bütünüyle, düşünemez, kabul edemez ve ağlayamaz bile.
Böyle yaşanan olaylar, olgular, durumlar önemlidir; ama daha önemlisi olay, olgu ve durumların insanda oluşturduğu duygusal, düşünsel ve davranışsal bıraktığı izdir, travmanın açtığı yaradır. Bu nedenle şairlerden, yazarlardan olayları, olguları, durumları anlatması beklenmez, beklenmemeli. Yoksa yazılanların kalıcı, anlamsal bir derinliği olmaz, olmamaktadır. Önemli olan yaşananların değil, yaşananların insanda bıraktığı duygu, düşünce ve geleceğe yönelik anlamlı açılımları sanatla ve şiirle yazılmasıdır. Böylece bizler yüreğimizdeki izleri yazarak gelecek kuşaklara ışık tutarak bir nebze de olsa görevimizi yapmış oluruz. Yoksa kuru kuruya anlatılan olaylar ve olgular çabuk eskiyor ve unutuluyor, daha büyükleri yaşanıyor ve yaşananların bir hükmü olmuyor. Yaşanan her olay ve olgu bir öncekini unutturuyor. Tarihten ve günümüzden de bildiğimiz gibi gazete haberi gibi olan yazılar, düşünceler, sanat, edebiyat ve şiirler bu yüzden hemen eskiyor, tüketiliyor, bir değeri olmuyor ve çarçabuk unutuluyor.
Bu nedenle olay, olgu ve durumlar felsefi bir düşünce, sanat, edebiyat ve şiir için bir neden olarak gösterilsin, bunlar temele alınarak eserler yazılsın; ama bunların insanda bıraktığı duygu, düşünce ve davranış olarak silinmez iz anlatılsın. Bu bize özgün bir düşünüş, duyuş olarak felsefe, kültür, sanat, edebiyat ve şiir dili kurmanın ve fevkalade eserler yaratmanın olanağını da verir.
Klasik ve değerli olan, yazdığınız bir eserin, yazının veya şiirin yıllar sonra işe yaraması iyi bir durumdur elbette. Bundan daha iyisi, o eser, yazı ve şiirin hem yazıldığı günlerde hem de bütün gelecek zamanlarda işe yaraması çok daha iyi bir durumdur; ama birçok sosyolojik nedenle bu çok zor sağlanıyor. Örneğin; toplum kültürel bakımdan hazırlanmamışsa yenilikler getiren bir düşünce, sanat veya şiir, verili düşüncelerin dışına çıkmış bir eser okunmuyor ya da kolayca yok sayılabiliyor. Bu da toplumun kültürel gelişiminin bir milim ileriye gitmesine engel oluyor. Bahsettiğim klasik kuralları kendinde taşıyan eserler ancak bunu başarıp kalıcı olabiliyor. Bu da kültür dünyamızın gelişimine hayat suyu oluyor.
Günümüzde artık bu can acıtıcı ve yakıcı sorunun üstüne gidip aşılması için felsefe, düşünce ve sanat olarak hiçbir yararı olmayan, kişisel egolardan beslenen polemiklere ve gelişimi engelleyen kısır döngülerin aşılması gerekiyor. Bu kısır döngülerin ve polemiklerin felsefi, düşünsel ve ideolojik bir içeriği de çok dolu olmuyor; kültürel, sanatsal ve estetik bir belirleyişi, belirlenişi ve gelişimi de yansıtmıyor birçoğu. Ama günümüzde maalesef bu yanlışlıklar büyüyor ve gelişimi engelleyen boşluk genişliyor. Bu nedenle işte şimdilerde durmadan çoğu düşün, bilim, yazın ve sanat emekçisi bu boşluğa düşüyor.
Felsefe, bilim ve sanat sadece belli bir ideolojiye bağlı olmamalı. Bir bağlılık olacaksa insana yararlı, doğru ve evrensel iyiden yana olmalı.
Günümüz aydınlarının temel düşüncesi; felsefe olarak gerçekliğin günümüz bilimsel bilgileri ve düşünce yapısını felsefi olarak temellendirmesi, bunun toplumsal gerçekliğe uygulanması, geleceği felsefe, bilim, bilgi, toplum, kültür, sanat, olarak yapılandırması ve kurgulaması temel görevi ve işlevi olmalı.
Felsefede, Yeni Gerçekçilik ve Geleceği Yapılandırma akımını ve düşünce yapısını kurmalıyız.
Bunu bilime, sanata, kültüre, edebiyata ve şiire uygulamalıyız.
Sanat ve şiir duyguyu duyguya, düşünceyi düşünceye, hayali hayale, sevgiyi sevgiye, güzelliği güzelliğe, yüreği yüreğe ve insanı insana bağlar. Hayatı yaşanılır ve anlaşılır bir hale getirir.
Düşüncenin boyutu ve sonu olmadığı gibi duyguları ve düşünceleri anlatan şiirin de boyutları ve derinliği sonsuzdur. Ancak her yazılanın şiir olması da mümkün değil. Çünkü şiirin tarihsel süreç ve tanımlamalarda oluşan temel taşları vardır. Değişim, yorum, anlayış, düşünceler ve bunları şiir olarak dile getirmeler mutlaka değişik boyutlarda kendini gösterecektir. Sabır, birikim ve çok çalışma ile birlikte öncelikle yetiştiğin dilin ve kültürün en ince yapısına işleyip kendine mâl etmeden, evrensele ulaşmak ve evrensel eserler üretmek mümkün değildir. Hele ki bunu şiirde yapmak çok daha zordur.
Evet biçim özü estetik olarak ortaya koyarsa ve öz de biçimle uyumlu ise şiir ortaya çıkar. Sadece biçim kof ağaç kabuğu gibi. Sadece öz ise kuru bilgi. Yani un yağ ve şeker ayrı kalırsa helva olmaz. Sade unla sade yağla sade şekerle veya sade un ile yağ, sade yağ ile şeker, sade un ile şekerden helva olmaz. Şiir de böyle bir şey işte. Sadece içerikle şiir olmaz. Sadece biçimle şiir olmaz. Sadece içerik ve biçimle de şiir olmaz. İçerik, uygun biçim ve sanat kuralları uygulanır üçü iyi pişirilirse güzel bir helva gibi güzel bir şiir yazılır.
Adil BAŞOĞUL