Bizim daha yeni yeni, solcu abilerin ve ablaların etrafına toplanıp, devrim düşleri dinlediğimiz zamanlardı. Abilerin yeşil parkaları, kırmızı atkıları, ellerinden düşürmedikleri kitapları, şiir gibi sözleri,
ablaların ise, çelik gibi duruşları, tertemiz yüzleri, başlarımızı okşayışları, bizi yürekten sevişleri…
Ama ben bu akşam sizlere ilk aşkım Keğani’yi anlatacağım. Gerçek adı Sema’ydı ama biz ona ’’Keğani’’ derdik. Keğani, Ermenice ’’güzel’’ demekti ve o okulumuzun en güzel kızlarından biriydi.
Keğani ile ben aynı sokakta, karşılıklı evlerde otururduk. Ailesi dışarıya kapalı bir aileydi. Zorunlu kalmadıkça, komşularıyla tek kelime etmezlerdi. Gelip gidenleri, arayıp soranları da yoktu.
Çoğu zaman, Keğani’nin evinden kadın ve çocuk çığlıkları duyulur ama kimse cesaret edip de, bu çığlıkların sebebini soramazdı. Sadece bir keresinde, komşulardan biri, Keğani’nin babasıyla konuşmayı denediyse de, baba adamı tersleyip göndermişti.
Keğani de bize neler olup bittiğini hiç anlatmazdı. Zaten konuşmayı seven bir kız da değildi. Bizim devrimci büyüklerimizle toplandığımız arsaya o da gelir, saatlerce o güzel insanları dinler ama tek kelime etmeden evine dönerdi.
Keğani’nin, biri engelli, iki kız kardeşi daha vardı ve o en büyükleriydi. Bir yandan kız kardeşleriyle ilgilenir, diğer yandan okula gider ve geri kalan zamanlarda da ev işlerinde annesine yardım ederdi. Nasıl olduysa, Keğani bir keresinde bana “Ben evin ikinci annesiyim Tamer. Hem gündüz hem de gece.” demiş ama ben bunun ne anlama geldiğini anlayamamıştım.
Bir evin ikinci annesi olmak?
Hem gündüz, hem gece???
Ama…ama…Keğani anne olamayacak kadar küçüktü…
Yine bir sabah, biz, beş altı arkadaş, güle oynaya okula doğru giderken, faşist bir grup, ellerinde sopa ve bıçaklarla önümüzü kesti ve bir daha devrimcilerle konuşursak, onları dinlemek için arsaya gidersek bizi yaşatmayacaklarını söylediler. Bu tehdidin ardından, aramızdan iki kişi de onlara dayılanınca, herifler ’’Allah yarattı’’ demeden, bıçak ve sopalarla üstümüze çullandı.
Yapacak bir şey yoktu. Ben içlerinden birini gözüme kestirip ona daldım. Ortalık fena karışmıştı ve kimin kime vurduğu belli değildi. O kargaşa içinde, gözüm Keğani’ye takıldı. O ana kadar sessiz sakin, ürkek bildiğim Keğani, yerden aldığı taşları karşı taraftakilere atıyor ve ’’Yeterrr…yeterr…yeterrrrr…Yakın ışıkları… Yeterrrrr!’’ diye bağırıyordu.
Onlar bizden çok fazlaydı ve daha fazla direnecek durumda değildik ama tam o sırada, seslerimizi duyan devrimci abiler imdadımıza yetişti. Epey bir hırpalanmış olsak da zafer bizimdi.
Oturduğumuz kaldırımda, hem nasıl direndiğimizi anlatıyor hem de birbirimizin yaralarına pansuman yapıyorduk. Keğani benim yarılan kaşımı pamukla kapatmaya uğraşıyordu ki, göz göze geldik.
Göz
Göze geldik.
Göz göze…
Şey… Galiba ben Keğani’ye aşıktım ya da dünyadaki en güzel gözler Keğani’nin gözleriydi.
“Keğani, sana bir şey soracağım ama…’’ dedim.
Durdu.
Ne soracağımı anlamıştı.
’Hani, sen biraz önce…Hani, şu heriflere taş atarken…Yeter…Işıkları yakın yeter diye bağııryordun ya…Şey..Ben pek anlam…Yani…Hangi ışıkları???’’
Keğani başını öne eğdi ve bir çift yaş eteğine damladı. Ben öyle ağlamasını beceren biri değildim ama onu öyle ağlarken görünce, benimde gözlerim doluverdi. Keğani, iki başparmağının içiyle, kirpiklerimden düştü düşecek yaşları sildi ve “Boşver Tamer’im’’ dedi.
Tanrım!
Ne kadar da yürekten ’’Tamer’im’’ demişti. Sanki ’’Tamer’im’’ dememiş de, beni yeniden doğurmuştu.
Aradan iki gün geçmişti ki, okuldan eve dönerken, Keğani’nin evlerinin önünde bir kamyon gördüm. Birileri kamyona eşyalar yüklüyor, Keğani, kardeşleri ve anne de bir köşede durmuş, elleri koyunlarında o yüklenen eşyalara bakıyorlardı. Kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Nefes alamıyordum. Hemen Keğani’nin yanına koştum.
“Keğani? Neler oluyor? Bu kamyon da neyin nesi?”
“Biz…Biz taşınıyoruz Tamer…”
“Ama…”
Sözümü kesti.
“Babam…Babam dün akşam, buralarda olmuyor artık, köye dönüyoruz.’’ dedi.”
“Ama Keğani…Biz daha devrim yapacaktık..Sonra, devrim olunca, yani o muhteşem gün gelip çattığında, sen benim yanımda olacaktın. Ellerimizde kızıl bayraklarla, sokaklardan, caddelerden geçecektik. Ve ben sana…Ve ben…”
Gerisini diyemedim. Sanki öldüm de konuşamadım. Diyebilseydim, ’’…Ve ben sana, işte o gün, kızıl bayraklar altında seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyecektim…Seni Keğani…Seni ve devrimi…’’
Kamyon yüklendi. Asık suratlı baba söylene söylene geçip öne oturdu. Anne ve çocuklar da arkaya, eşyaların yanına çıktılar. Keğani ile göz göze geldik. Bana doğru eğildi ve “Kimbilir, belki o ışıkları sen yakardın Tamer ama olmadı işte.. Bak, şimdi ben, bir karanlıktan çıkıp başka bir karanlığa gidiyorum. Hoşçakal…’’ dedi.
Kamyon hareket etti ve akşam karanlığına karışıp kayboldu.
Ben yapayalnız, sokağın ortasında yere çökmüş ağlıyordum ve en kötüsü, yanımda, gözlerimi silip ’’Boşver Tamer’im’’ diyecek Keğani de yoktu.
***
Aradan çok uzun yıllar geçti ve ben Almanya’ya yerleştim. Arada bir imza günleri için İstanbul’a geliyor ve her geldiğimde de, mutlaka, eskimeyen dostlarımla buluşuyordum. Yine bir gece, üç arkadaş, ben, Kubilay ve Erdinç, Çiçek Pasajı’nda oturmuş, sohbet ediyorduk ki, bir suskunluk oldu. Kubilay ve Erdinç birbirilerine bakıyorlardı. Hani, sanki bana bir şey söylemek istiyorlardı da, bir türlü cesaret edemiyorlar gibi. Erdinç rakısından bir yudum aldı ve cesaretini toplayıp “Keğani…’’ dedi.
Keğani?!
Elimdeki kadeh masaya düşüp rakı şişesine çarptı. Doğru mu duymuştum, Erdinç “Keğani” demişti değil mi? Kalbimin atışına engel olamıyordum. “Keğani mi? N’olmuş Keğani’’ye?” diye sordum.
Erdinç ‘’Şey…Keğani var ya…Keğani işte…Bu…Burada Beyoğlu’nda…’’ diye kekeledi.
Kubilay baktı, olacak gibi değil, araya girdi ve “Bak kardeşim, şimdi şöyle. Bizim çocuklar geçenlerde Keğani’yi görmüşler. Şurada…Şu arka sokaktaki Yıldız Pavyon’da çalışıyormuş.’’ dedi.
Keğani…burada…Beyoğlu…Yıldız Payvon…çalışmak…Yıllar sonra…Sözler çivi gibi kafama çakılıyordu.
“N’olur kusuruma bakmayın, ben Keğani’ye gitmeliyim.’’ deyip masadan kalktım ve Çiçek Pasajı’nın önündeki kalabalığın arasından, Kubilay’ın tarif ettiği mekânı buldum.
“YILDIZ PAVYON”
Bir süre, yanıp sönen renkli ışıkların altında, ney yapacağımı bilemeden durdum ve sonra, sanki bir çukura düşer gibi, pavyonun merdivenlerden inmeye başladım. İçeride inanılmaz bir duman ve küf kokusu vardı. Masalarda abuk subuk herifler, yanlarında sahte kahkahalar atan kadınlar…
Keğani’yi aramaya başladım.
Yoktu…
Sonra, bir umut, garsonlara sordum.
Bilemediler…
Tam umudumu kesip, dışarı çıkmak için merdivenlere doğru gidiyorumdum ki, arkamdan onun sesini duydum.
’Tamer’im, sen misin?’’ .
Olduğum yerde kaldım öyle.
Gözlerimi kapattım.
Yıllar önceki Keğani’nin yüzünü düşünerek geri döndüm ve gözlerimi açtım. Keğani karşımdaydı.
’’Evet, benim Keğani’’ dedim.
Sarıldık…
Sarıldık…
Sarıldık…
Sonra bir masaya geçtik oturduk. İkimiz de konuşmadan birbirimize bakıyorduk. Ah o gözler! Galiba ben Keğaniye aşıktım ya da dünyadaki en güzel gözler Keğani’nin gözleriydi. Yaşlanmış, kilo almış, güzelliği onu terk etmiş olsa da o gözler yine dünyanın en güzel gözleriydi.
Sessizliği bozan Keğani oldu, nasıl olduğumu, neler yaptığımı sordu. Artık Türkiye’de yaşamadığımı, Almanya’da olduğumu, evlendiğimi, çocuklarımı, bir yardım kuruluşunda pedagog olarak çalıştığımı, kitaplarımı, seminerleri ve imza günlerimi anlattım.
“Ya sen? Sen anlat Keğani.” dedim. İki sigara yaktı, tekini bana uzattı, sonra kadehindeki rakıyı bir dikişte bitirdi, uzaklara daldı ve “Babam benim canımı çok acıttı be Tamer’im.” dedi. Keğani uzun zaman babasının tecavüzüne uğramış ve sesini çıkaramamış. İçimde dönen kör bıçağın acısını susturup “Ama…Ama neden Keğani, neden bize hiçbir şey demedin?” diye sordum.
“Babam tehdit ediyordu. Biri duyarsa, başına bir iş gelirse, gözünü kırpmadan kardeşlerimi öldüreceğini söylüyordu. Ben…Ben babamdan çok korkuyordum…Şimdi geberdi gitti ama halen korkuyorum. Bu ağrı başka nasıl anlatılır ki?..”
“Ya annen, o senin bu yaşadıklarını biliyor muydu?”
Cevap vermedi.
Etramızdaki masalarda, kadınlar, erkekler, kahkahalar, kadehler…
Umutsuz insanların acınası mutlu olma gayretleri…
Yarın olacak ve her şey unutulacak. Kimse kimseyi hatırlamayacak. Yarın olacak ve herkes kendi cesediyle başbaşa kalacak.
Keğani boşuğa bakarak “Ben ne zaman evin bütün ışıklarını söndürürsem, anla ki, senin yanına geliyorum. Karanlığı gördüğünde, soyun ve beni bekle Keğani..’’ dedi. Sanki başka bir yerde gibiydi.
“Anlayamadım?”
Tekrar etti.
“Ben ne zaman evin bütün ışıklarını söndürürsem, anla ki, senin yanına geliyorum. Karanlığı gördüğünde, soyun ve beni bekle Keğani..’’
Yoksa?..
Yanaklarında iki damla yaş…
“Faşistlerin saldırısını hatırlıyorsun değil mi? Hani, benim yakın ışıkları diye bağırdığım o günü…Şimdi anladın mı Tamer’im?…Işıklar sönerdi ve babam….”
“Ah!” diyebildim sadece.
“Ben…Ben hep bir başka karanlıkta yeniden öldüm. Önceleri kaç kere öldüğümü sayıyordum ama sonra o kadar çok öldüm ki, sayısını ben bile unuttum.’’
Dudaklarım kurumuştu.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Elini tuttum, gözlerine baktım.
’’Keğani…İlk aşkım benim…İki gözüm…Bak, ne bir devrim oldu, ne de ben seninle, ellerimizde kızıl bayraklar…Ben sana…Keğani…İlk aşkım benim…Bir yaz yağmuru gibi gelip geçti ömür…Ve biz şimdi, yıllar sonra, bir pavyon masasındayız. Elin ellerimde, gözün gözlerimde…Ama..Ama biz kaybettik be Keğani’m…Kazanan kötüler oldu…Ben seni koruyamadım, seni kalbimde saklayamadım..Çok özür diliyorum senden. N’olur affet beni..’’
Keğani gülümsedi.
Gözleri gülümsedi.
Masanın üstünde duran parlak çantasını açtı ve içinden, yanları kesilmiş, eski siyah beyaz bir fotoğraf çıkarıp bana uzattı. Fotoğraf, bizim okulun bahçesinde çekilmiş. Keğani ve ben. Diğer yüzler kesilip atılmış.
Elimi aldı ve avucumun içini öptü. ’’Tamam, belki kötüler kazandı ama biz kaybetmedik. Aşkın galibi biziz Tamer’im.’’ dedi ve o anda sahnedeki adam bağlamasına dokundu.
“Cahildim dünyanın rengine kandım
hayale aldandım boşuna yandım
seni ilelebet benimsin sandım
ölürüm sevdiğim zehirim sensin
evvelim sen oldun ahirim sensin…”
***
Türkiye’deki ensest oranı, sanılandan ve ortaya koyulan rakamlardan çok çok daha fazla. Bizim bildiğimiz sadece buzdağının görünen kısmı. İnanın, gerçek ensest oranını bilseydik, çıldırırdık!
t a m e r d u r s u n