Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Az Bulutlu
11°C
Salı Az Bulutlu
12°C
Çarşamba Az Bulutlu
13°C

SANAT VE HAYAT DERGİSİ ÇIKTI

SANAT VE HAYAT DERGİSİ ÇIKTI
11 Ekim 2022 00:18
466
A+
A-

SANAT VE HAYAT DERGİSİ ÇIKTI!

PUTLARI YIKMAYA DEVAM EDİYORUZ*

Mehmet Akkaya

Resimli Ay’ın Haziran ve Temmuz 1929 sayıları, Nazım Hikmet’in önerisi üzerine “Putları Yıkıyoruz” başlığıyla yayınlanmıştır. Eski-Yeni tartışması gibi görünen bu edebiyat olayı, esasen Osmanlı-Türk resmi ideolojisi ile sosyalist/toplumcu ideoloji arasındaki savaşın sanata yansımasından başka bir şey değildi. Dergide, Nazım Hikmet Abdülhak Hamid Tarhan’ın ve Mehmet Emin Yurdakul’un adlarını vererek eleştiriler yapmıştı. Aynı sayılarda ve devamındaki yazılarda Yakup Kadri ve Hamdullah Suphi de hedefe konulmuştur. Adları anılarak bu yazar ve sanatçılara estetik hücumlar yapmıştır. Nazım Hikmet derginin iki sayısındaki yazdıkları yazılarda sanat ile politika arasında da ilişki olduğuna işaret ediyor ve adını anılan bu edebiyat putlarının yıkılması ile siyasal rejimin yıkılması arasında bağlar kuruyordu.

Şu sözlere yer vermişti Nazım Hikmet: “Biz putları yıkmakla eski, çürümüş, taşlaşmış, putları devirip yeni fikirlere, yeni cereyanlara yol açmaktan başka bir şey yapmıyoruz.” Sınıflı, kapitalist uygarlık çağında egemen sınıfların put yaratmaktan geri durmaları beklenemez. Bu durum, direnişin ve devrimin izinden yürüyen düşün ve sanat insanlarının da, putları yıkmaya devam edeceği anlamına gelir. Bu yazı kapsamında özetle şunu söylemek gerekir ki, Nazım Hikmet’le başlayan “Putları Yıkıyoruz Kampanyası”nı, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu ile devam ettiriyoruz.

Marksist teorinin, felsefe tarihinde bir kesinti yaratarak epistemolojik bir kopuş yaptığı iddiası yabana atılır bir iddia değildir. Kesinti yapmak eskiden kopmayı, eski putları yıkmayı gerektirir. Daha açıkçası yeni sınıfların sanatı, putu ve putlaştırmayı reddeder. Bu teorinin başlıca dört disiplininden söz edebiliriz: Bilim, politika, felsefe ve sanat. Nazım Hikmet, daha sınırlı bir alanda ve yerel düzeyde put yıkıcılığından söz etmişti. Oysa bunun global bir mesele olduğunu anlamak zor değil. Çünkü bilim, politika ve felsefe alanında da benzer kopuşları saptamak olasıdır. Yine de bu yazıda kendi ülkemizle ve sanat alanıyla sınırlanmak niyetindeyim. Marksist düşünceye sanat cephesinden ve ülkemizden nasıl, kimler tarafından ve hangi düzeyde bir katkı yapılmıştır? Bu katkıyı, sanat ve edebiyat putlarını yıkarak eskiden epistemolojik bir kopuş yapmak biçiminde açıklamak mümkün müdür?

Bu sorulara, ülkemizin düşün ve sanat alanında “put yıkıcılar” olarak betimleyeceğimiz aktivistleri konu ederek yanıt vermek uygun görünmektedir. Ülkemizin “beş sanat klasiği” biçiminde kavramlaştırmak istenilen “yıkıcılar”, dönemleme yapılarak söylenecek olursa, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Yılmaz Güney ve Muzaffer Oruçoğlu’ndan ibarettir. Bu sanatçılar, sermaye kültüründen ve sanatından bir kopuş yaparken, eski değerleri yıkma ve yeniyi kurma eğilimi gösterdiler. Bunun için diyalektik materyalizme uygun sanat eserleri ürettiler. Bununla da kalmadılar Marksizmin politika, bilim ve felsefesine ilişkin de katkılarda bulundular. Toplumcu-gerçekçiliğin en tipik ürünleri ülkemizde, öncelikle bu “büyükler” aracılığıyla benimsendi ve yaygınlık kazandı. Muzaffer Oruçoğlu’nun ise toplumcu gerçekçiliği “diyalektik toplumcu gerçekçilik” zirvesine yükselttiği anlaşılıyor.

Sanatın gerek üsluplar döneminde gerekse akımlar döneminde ortaya çıkmış, kendilerinden uzun yüzyıllar, bin yıllar söz ettirecek sanatçılar vardır. Bu sanatçıların yaptığı eserler ve bu eserlerden çeşitli kuramlar çıkartan ya da teorilere yükselen düşün insanları sanatı, bireysel insan dehasının bir ürünü olarak ele almışlardır. Sanatın, sanat için bir etkinlik olarak görülmesi düşündürücüdür. Bazen de sanatın insan için olduğu, topluma hizmet ettiği ifade edilir. Beş klasikler de kuşkusuz ki bu anlayışlarla çeşitli biçimlerde buluşurlar. Yine de anılan yaklaşımlarla yetindiklerini düşünemeyiz. Beşler sonuç itibariyle antroposantrizmin (insan/birey merkezli) içinden değil sosyalsantrizmin (toplum merkezli) içinden yola çıkarak sanat ve edebiyat yapmışlardır. Bu sanat ve edebiyat ki, kitlelerin etik, politik ve ekonomik talepleriyle bütünleşerek sınıf mücadelesinde sosyal bir güce dönüşecek karakterdedir.

Kültürel Olanın Eksenini Değiştirmek

Marksist teorinin, ekonomik sosyal olgulardan hareket etmesini benimseyen klasikler, şiir, öykü, müzik, sinema ve roman sanatlarında zirveyi temsil ettiler. Örneğin Osmanlı-Türk şiir geleneğinde eski şiirlerden epistemolojik kopuş yapan kişi olarak Nazım Hikmet’i görüyoruz. 1930’lu yılların roman, özellikle de öyküsü söz konusu olduğunda zirvedeki sanatçının Sabahattin Ali olduğu anlaşılıyor. Türkiye müziğinden yeni bir yorum ve müziğe katkı söz konusu ise kuşkusuz ki Ruhi Su’nun kapısı çalınacaktır. Sinemamızın en yüksek dehası olarak Yılmaz Güney’i anmak isterim. Muzaffer Oruçoğlu da romanımızın yüksek ve nitelikli çıtasını temsil eder. Elbette klasikleri yalnız bir türün içine sığdırmak yanlış olur.

Nazım Hikmet roman, tiyatro, politika ve kuramsal çalışmalar bakımından önem arzetmektedir. Sabahattin Ali’nin de şiirde, tiyatroda, çevirilerde, siyasal konumlanışta adı mutlaka anılmalıdır. Ruhi Su ise politik aktivist olmanın yanında şiirleri de olan bir halk bilimci ve aynı zamanda opera sanatçısıdır. Çok yönlülük Yılmaz Güney için de ziyadesiyle geçerlidir. Güney aynı zamanda bir edebi metin yazarıdır. Politik teorisyendir. Muzaffer Oruçoğlu sanat ve edebiyatta zirveyi temsil etmesine rağmen sayıları binleri bulan resim ve yontunun sanatçısıdır. Politik teorisyen olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur. Yazdığı şiir, öykü ve kuramsal yazıları da bu özelliklere eklenmelidir.

Beşleri, düşünce biçimlerinin ya da kültürün farklı disiplinleri dediğimiz bilim, sanat, politika ve felsefe dallarında her akımın özelliklerinden yararlanarak zenginleştikleri için bir disiplinin veya bir akımın ve anlayışın içine sığdırmak mümkün görünmüyor. Bu yüzden beşleri bütün disiplinlerin kesişim kümesi olarak görüyor ve düşünce biçimlerini ise felsefi-ideolojik bilinç olarak ifadelendiriyorum. Klasik, natürel, gerçekçi, gerçeküstücü, romantik akım ve anlayışlardan beslenen ülkemizin en yüksek bilinçlerinden söz ediyoruz neticede. Bu bilincin, felsefi bakımdan diyalektik materyalist epistemolojiye dayandığı kanaatindeyim. Böyle bir epistemoloji, anılan kültür insanlarının olay ve olgulara, analitik bakışta olduğu gibi parçalı değil diyalektik yöntemde olduğu gibi bütünlüklü bakışla yöneldikleri anlamına gelir. Ancak böyle bir yönelme ile eskinin, sermaye düzeninin kültürel mirasında kesintiler yapmak ve yerleşik putları yıkmak mümkün olabilir. Şimdi eski burjuva-feodal putları yıkıyoruz bağlamında ülkemizin “beş kültür klasiği”ne dair biraz detay vermem gerekiyor.

* Sanat ve Hayat dergisinde yayımlanan yazıdan bir bölüm…

…….

Mehmet Akkaya

ETİKETLER: , , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.