Budizm felsefesinde ‘Nirvana’ya varmak’ dünyevi tüm isteklerden arınmayı öğretir. Bana göre, insanoğlu yaşamı deneyimlerken bu anlamda arınmayı seçmesi durumunda yaşayan bir ölüden farksız olacaktır. Çünkü dünyevi olan her şey bizimle ilgilidir ve öyle de olmalıdır.
Buda’dan etkilenen Schopenhauer’da “İnsanın tatmin olmamasının, bir türlü mutlu hissedememesinin nedeninin, yaşamın bizzat kendisinde bu duyguların olmadığını, mutluluğun imkansızlığını ve onu istemenin ise yaşamı henüz anlamayan insanların beyhude çabası olduğunu” vurgular ve devam eder; “İsteklerimizi sınırlamalıyız, arzularımızı dizginlemeli, öfkemizi bastırmalı, bireyin sahip olmaya değeceği şeylerden yalnızca sınırlı bir paya erişebileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız…İnsanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.”
Acaba Schopenhauer fazla mı gerçekçi yoksa fazla mı karamsardı? Bu anlamda kendisine iki konuda katılıyorum; yardımlaşma ve merhamet etme gibi insanı insan yapan değerlerin olması gerektiği ve salt bu hayattan ne alabileceğimiz değil ne verebileceğimizdir.
Ancak bana göre hayatın içinde gayretler, istekler, hedefler ve hatta hayaller var olduğu müddetçe hayatın tadı tuzu ve anlamı olacaktır. Elbette şükretmek önemlidir ancak burada önemli olan, ne istediğimizi bilmek, aşırı uçlardan kaçınmak, sahip olunanlar ve olunabileceklerle yetinebilmek, ruhumuza dokunacak olana erişebilmek veya bunu sağlamaktır.
Mutluluk aslında avucumuzun içindedir. Bize o kadar yakındır ki, ona ne şekilde baktığımız ve bakış açımız onu hayata geçirir. Karamsar bir bakış açısı şikâyetten öteye geçmeyeceği gibi, iyimser bir bakış açısı da gerçekçi olmayabilir. Haliyle gerçekçi bir bakış açısı ile hayatın olumsuzlukları, acılarla başa çıkabilmek ve imkansızlıklar karşısında hiç de kolay olmasa da hayatî anlam taşıyan keskin bir manevra ile koşullar dahilinde ne yapabileceğimizi teşhis etmek, belirlemek ve uygulamak çok önemlidir.
GÜLENAY GÜNEŞ