Her alanda “marka”ların hüküm sürdüğü bir zamandayız. Mağaza vitrin ve raflarında nesnelerden çok marka satılıyor.
Kıyafet almak isteyenler için marka önem taşıyor. Yiyecek, içecek, beyaz eşya, mobilya, cep telefonu, aklınıza ne geliyorsa, hepsi, çok iyi ve özel oldukları için değil, marka oldukları, piyasada isim yaptıkları için alınıyor. Aynı durum, arkadaş seçiminden tutun da, edebiyat, kültür ve sanat alanın kadar, çok geniş bir yelpaze için de geçerli. Meselâ, bir kalabalıkta, başkalarına tanıştırılan kişi, eğer toplum tarafından marka kabul edilmiş bir mesleğe ya da bir soyada, sülaleye sahipse, mesleğiyle birlikte tanıştırılır.
“Tanıştırayım, avukat Selim Bey.”
“Doktor Nalan Hanım uzun zamandır yakın dostumdur.”
“Yazar ve şair Erman Bey de bu akşam aramızda”
“Beyefendi, şehrimizin köklü ailelerinden biri olan Karungillerin damadıdır.”
Ben şu yaşıma kadar “Takdim edeyim efendim, fabrika işçisi Haluk Bey.” ya da “İznizle, uzun yıllardır triko atölyesinde çalışan Naime Hanım’ı tanıştırmak isterim.” diyeni duymadım, görmedim.
Oysa, alınteri ve emeğe dayalı her meslek aynı oranda değerlidir çünkü her iş, her üretim bir başka işi ve üretimi tamamlar.
Bir profesörün, hakimin, mimar ya da holding sahibinin önünde ceketlerini ilikleyenler, aynı saygıyı, o insanların yaşadıkları evlerin inşaatında çalışan ameleye, gelip geçtikleri sokakları temizleyen belediye işçisine ve arabasını tamir eden ustaya da duymak zorundadır çünkü tuvaletimiz tıkandığınde her tesisatçı, aç kaldığımızda her fırıncı, kaloriferimiz bozulduğunda da her usta bizim için bir”marka”dır!
Görsellikle birlikte isimlerin pazarlandığı bir piyasada, tezgaha konulan malın da, iletişime geçilen insanın da içine ve özüne bakılmıyor.
Parlak ve rangarenk ambalaj kağıtlarına sarılıp raflara konulmuş ürün ile abartılarak ve özel kılınarak, sıfatlarıyla beraber toplumun gözüne sokulan insanlar ve onların karşısında diz çökenler arasında hiçbir fark yoktur. Saygı duyulan ve değer verilen şey, etiket değil, insanın özü olmalı ve özü bilmek için de o parlak ve rengarenk ambalajları ve sıfatları açıp/kaldırıp içine göz atmalı.
Geçtğimiz yıllarda bununla ilgili çok çarpıcı sonuçlar veren bir deney yapıldı. Bu deneye göre, sıradan, hiçbir markası olmayan eşortman ve spor ayakkabılar bir alışveriş merkezinde satışa sunuldu. Ayrıca bu kıyafetlerin yanına, aynı kalitede ürünler ama tanınmış bir markanın logosu da eklenerek konuldu. Mağazaya girenlerin hemen hemen hepsi, aslında kalite anlamında birebir aynı olan kıyafetlerden sadece üstünde logo bulunanları aldı ve yapılan deney bize, orada satılan şeyin, üründen çok marka olduğunu gösterdi.
İnsan ilişkileri de buna yakın ürkütücü bir tablo ve tabloyu en iyi özetleyen anlatım, Almanya’da çok sık kullanılan ama dünyanın her yerinde de geçerli olan “Hast du was, bist du was” yani “Bir şeyin varsa, bir şeysindir.” sözüdür.
Bir toplumda, insan, mal varlığı, parası pulu, cüzdanı, sıfatı, etiketi, soyadı, kariyeri, cemaati ve kabilesi kadar değer görüyorsa, o toplumun yanılgısı çok olur.
Yılllar yıllar evvel “Altın olsam, değerimi herkes bilir. Ben basit bir demir olayım, değerimi sadece anlayan bilsin.” diyen Şems-i Tebrizi şimdi bizim düştüğümüz durumu ifade etmiş.
Demirken itibar gören, altından değerlidir ve altınken değerini taşıyamayanı hiçbir sarraf eline almaz. Çocuklarımız bunu öğrenmeli ama onlardan önce de biz öğrenmeliyiz.
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle.
Tamer Dursun