Küreselleşme çağına girdik. Zekasına değil hilekarlığına isyan ettiğim süper güç kolaylıkla küçük devletleri himayesine almakta… Bugün küçük devletlerin işgali ve lokma olmaları sadece bir başlangıç… Kafam bozuk küçük devletlere… Bana kalırsa küçük devletlerin yaşam hakları sisli camın arkasında kah bir kabusa dönüşecek, kah bir can çekişe. Bazen komedi, bazen dayanılmaz trajedi. Hep aynı faciayı aynı faciada da yaşayacaklar. Hep verecekler ve hep hizmet edecekler ama süper güç “yetmez” diyecek. Ne kadar garip, küçük devletler saadetlerini adım adım teslim etmekte… Beni de kudurtan bu oluyor. Çünkü gelişmemiş devletler halkını ve ülkesini kolay teslim etmekte… Teslimiyetten sonra geride kalmak başlangıç… Biz de geride kalanlardandık. Geride kalmakla savaşla tanıştık ve terörün suç ortağı olduk. Belki biz savaşları kaybetmedik ama savaşlarla çok geride kaldığımızı anladık. Geride kalırken, katilimizle ortak bir hayatımız var artık. Hayatımız ölesiye yaralıdır… Çünkü dostumuz sayısız cinayetleri bize işletmektedir. Bizim olmayan bir savaşın içindeyiz… Yine de uğrunda çarmıha gerildiğimiz bizi taşlamaktadır. Hayatımız da taşlayanın yazdığı bir hikaye olmaktadır. Hikayemiz, alnımızda belirlenen bir yara… Bu dostumuzun bıraktığı ve süslediği yara… Açıkçası dostumuzun pençeleri arasında yok olmaya endekslendik.
Geçen gün gazetede bu konu ortaya atıldı. Neden biz geride NATO’nun diğer ülkeleri ilerdedir? Neden bizde ilim adam yetişmiyor gibi sorular sorulup yanıtlarını bekleyip durdular. Aslında konuşmamı istiyorlardı. Ama ne hikmetse konuşmak istemiyordum. Konuşmak istemesem de içimde alevler kömür ateşiyle yükseliyordu. Ve yükselen kömür ateşi gibi kızarıp duruyordu. Ben bu kızaran kömür ateşini içimde zor tutarken, bir de kalkıp dişlerimi sıkarak kömür ve ateşi çiğner gibi üzerinde yürüdüm. Neden yetişsin ki? Diye bu defa ben sordum. Her inkılap döneminde parıldayıp yıldızlaşacak olanları hapislerde terk etmiştik. İlim adamlarının cellatları hürriyete ve ateş böceklerine tahammülü yok idi. Bir dostum kütüphanede yakalanmış. Elinde bir kitap ve okumaktan kaybedeceği gözlerinin üzerinde dereceli bir gözlük vardı. Bu gazetede basılan resmin altında “Bu genç okuduklarıyla toplumu karanlığa sürüklemektedir” diye atılan manşetin tersi bize bu genç aydınlığı keşfe çıkarken neden yakalandığını sorgulatıyordu. Hangimiz karşı çıkabildik? Hangimiz cesaretimizi bir teşvik sadakası gibi gösterip de bu gencin akıbeti ne oldu diye soruyorduk. Bu gencin kitapları okunmasın diye kütüphanelere kilit vuruluyordu. Kitap sahiplerinin hepsi bir gecede susturulurken, televizyonda kahramanlığı çağrıştıran marşları dinliyorduk… Eğer kütüphaneler hala ziyaretçisi olmaması gereken bir mabet gibi kabul ediliyorsa ben bugünkü topluma da inanmıyorum. İnanmadığım başka bir şey de var. Biz bağımsızlığımızı bırakıp kendimizi kanunlarımızla esir ettik. Biz dostumuzun hegemonyasında kendi ordumuzun inkılaplarına ve hücumlarına maruz kaldık. Kendi ordumuz tarafında suçlandık ve cezalandırıldık. Biz ne de olsa kanunlarla dostumuza kurban edilmiş vatandaştık. Vatandaş da ancak kendini sözle veya kanunlarla koruyabilirdi. Sözle hakkımızı kabul ettirebilir miydik? Söz söyleyebilir miydik üstümüze silahlarıyla saldıran askerlere? Hayır. Halbuki hiçbir düşmanın ordusu bu millete baş eğdirmemişti ama kendi ordusuna karşı başı kıldan inceydi. Çünkü bu ordu kendi ordumuzdu ve kendi ordumuza da itaat etmeyi kutsal bir görev sayıyorduk. Biz ordumuza itaat ederken saygısını kazanmak içindi ama saygılarını beklediklerimiz bizi okyanus ötesi devletin katı kurallarına kurban ediyordu. Ama kurban edenler bir şeyi unutuyordu… Daha doğrusu ordunun kademe kuvvetleri bugünkü duruma düşeceğinin fakında değildi. Şimdi bazı ordu komutanlarımızın akılları başlarına geldi ama çok geç, çünkü orduyu ele geçirenler erkek kedinin yavrularını yediği gibi onları yeme kararı almış.