Ölümünün 30.yılında saygıyla, rahmetle…
Rıfat Ilgaz Kantar Karakolu’nda
Kantar Karakolu Mümtaz Tiftik Tura Yayınları Mart 2018 İstanbul
…………………………
Ranzama oturmuş, yeni günün aydınlığında çevreyi seyre dalmıştım. Bir anda askeri araçların motor gürültüsüyle birbiri ardı sıra nizamiyeden içeriye daldıklarını gördüm. Gelmelerini izlemeye başladım. Kaldığım binanın önündeki geniş alanda yarım ay çizerek durdular. Askeri araçlardan indirilen çoğunluğu genç 15 20 kişiyi görebiliyordum. Gençlerin arasında yürümekte zorluk çeken pardüsü’lü yaşlı bir amcanın varlığı da dikkatimi çekmişti. Grubun giriş kapısına doğru yönlendirilmesiyle bakışlarımı daha bir dikkatle yaşlı amcaya çevirdim. Yaşlı amca, daha öncesinden tanıdığım edebiyatımızın saygın isimlerinden biri olan Rıfat Ilgaz’dan başkası değildi.
Getirilen grup jandarmanın kuşatması altında ana kapıya doğru yürürken üç beş jandarmada askeri araçlardan kucaklarına yüklendikleri kitap desteleriyle onları izliyordu. Binaya tek sıra alınarak üst aramasından geçirildiler. Birer birer gözleri bağlandı. Duvar kenarında ayakta beklemekte olanların yanına getirilerek aynı konumda dizildiler.
Rıfat Ilgaz, ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Askerler durması için zorladılar. Rıfat Ilgaz ayakta kalabilmek için bir kaç kez hamle yaptı, her yaptığı hamle sonrası yere yığılıp kalıyordu. Üç dört asker ellerindeki coplarla Rıfat Ilgaz’ın baldırlarına vurmaya başladılar. Rıfat Ilgaz acı içinde ayakta duramayacak kadar yaşlı ve rahatsız olduğunu söylüyor, lafını boğazına tıkıyorlardı. Gördüklerime daha fazla kayıtsız kalamazdım. Ranzamdan inerek askerleri uyardım.” Siz nasıl askersiniz? Babanız yaşındaki adamı dövüyorsunuz?”
Askerler, benim bu sözlerim üzerine Rıfat Ilgaz’ı kendi haline bıraktılar. Ellerindeki coplarıyla bana yöneldiler. En az yarım saat kadar dayak yedim. Askerlere can acısıyla her türlü sövgüyü yapıyordum. Lakin vazgeçirmenin yolu yöntemi yoktu. Arada bir Rıfat Ilgaz’a bakmaya çalışıyordum. Ranzaya oturmuş, mavi gözleri faltaşı gibi açık benim dayak yememi izliyor. Bir süre sonra askerler beni bıraktılar. Ayağa kalktım. Ranzada oturan Rıfat Ilgaz’ın yanına iliştim. Bana “Sen kimsin?” diye sordu. “Bir yaz günü Diş doktoru arkadaşım Erman Gültekin’le birlikte kendisini Cide’de ki evinde ziyaret ettiğimizi ve asma ağaçlarının altında birlikte rakı yuvarladığınız Taşköprülü Haşim Hocayım” dedim.
Cide’den getirilen grubun sorgulamaları başlamıştı. Suçlamalar farkındalık gösterse de özünde aynıydı. Değişmeyen bir şeyde sorgular sonunda bir çok mağdurun olduğuydu. Sorgumun tamamlanmış olması nedeniyle yeni göz altılara göre rahattım. Cide grubuyla birlikte toplanıp getirilen ve yasak yayın olduğu iddia edilen kitapları böylesi bir zamanda inceledim. Salonun komşu odasına dağ gibi yığılan kitapların çoğu okuma alışkanlığı edinmiş okurların kütüphanesinde bulunabilir klasikler oluşturuyordu. İçlerinde sosyoloji, psikoloji, mantık gibi ders kitaplarının yanı sıra fizik, kimya, biyoloji gibi ders kitapları da vardı. Rıfat Hoca, tüm bu yapılanları göz ucuyla izliyor, tatlı tatlı gülümseyerek yanıt veriyordu.
Cide grubunun getirilmesinden bir süre geçmişti. Nöbetçi asker salona gelerek bir duyuruda bulundu. Duyuruda Devlet Hastanesi Baştabibi Nail Kara’nın geleceğini, muayene olmak isteyenlerin nöbetçi ere müracaat etmelerini istiyordu.
Muayene günü geldiğinde sağlığı pek iyi gitmeyen Rıfat Hocayı doktorun muayene odasına götürdüm. Görevli, Rıfat Hocayı odada alıkoyarak bana da “Sen içeride kalamazsın, dışarıda bekle” dedi. Az sonra doktor muayenesinden çıkan Rıfat Hoca, Akciğer rahatsızlığının nüksetmesi nedeniyle Daday Ballıdağ Sanatoryumuna sevk edildiğini söylüyordu. Kısa sürede sanatoryuma gönderilmek üzere işlemleri tamamlanan Rıfat Ilgaz’ın ayrılırken bana el sallamasını sıkıntılı günlerin tatlı bir anısı olarak hâlâ zihnimde taşıyorum.