1930 yılının son günleri… Eylül, İstanbul semalarına gri bir örtü bırakmıştı. Boğaz kıyılarında serin rüzgâr esiyor, ağaçların sararmış yaprakları yavaş yavaş yere düşüyordu. Sonbaharın bu dingin ama hüzünlü havasında, Göztepe’nin toprak pistinde olağanüstü bir heyecan vardı. Halk, merak ve coşkuyla pistin kenarında toplanmış, gözlerini tek bir noktaya dikmişti: Kırmızı-beyaz gövdesiyle duran, küçük ama cesur bir uçak. Uçağın başında, bakışları kararlı ve gururla parlayan bir adam vardı: Vecihi Hürkuş. Kurtuluş Savaşı yıllarında gökyüzünde savaşmış, Türk havacılığının ilk kahramanlarından biri olmuştu. Fakat onun hayali, cephelerde düşmanla çarpışmaktan öteydi. Yüreğinde taşıdığı en büyük arzu, bu milletin kendi göklerine kendi yaptığı kanatlarla yükselmesiydi. O sabah Göztepe pistinde sadece bir deneme değil, bir hayalin gerçeğe dönüşmesi yaşanıyordu. Vecihi Bey, atölyesinde aylarca çalışmış; her pervaneyi, her kanadı, her vidalı parçayı sabırla yerine yerleştirmişti. Kimi zaman maddi imkânsızlıklarla boğuşmuş, kimi zaman yalnızlığın yükünü hissetmişti. Fakat hiçbir engel onu durduramamıştı. Çünkü biliyordu ki bu uçak sadece onun emeği değil, milletin bağımsızlık tutkusunun da sembolüydü. Kalabalığın arasında küçük bir çocuk babasına fısıldadı:
“Baba, bu uçak gerçekten bizim mi?”
Adam gururla gülümsedi:
“Evet oğlum, bizim. Vecihi Bey yaptı. Bugün gökyüzünde süzülecek.”
Kalabalığın beklentisi arasında Vecihi Bey uçağın yanına geldi. Kokpite oturmadan önce kısa bir süre gövdeye dokundu. Yüzünde hem huzurlu hem de ciddi bir ifade vardı. İçinden geçenleri yalnızca kendi duyabiliyordu: “Bu, benim değil, milletimin eseri. Bu kanatlar, özgürlüğümüzün gökyüzüne yazılmış destanı olacak.” Motor çalıştığında pervane hızla dönmeye başladı, etrafa toz bulutları yayıldı. Göztepe pistinde bir uğultu yükseldi. Uçak ağır ağır ilerledi, ardından kanatlar rüzgârı yakaladı. Tekerlekler topraktan kesildiğinde kalabalığın nefesi tutuldu. İşte o an, İstanbul semaları Türk milletinin kendi emeğiyle yaptığı ilk uçağı kucakladı. Yeşilköy’e doğru süzülen uçak, şehrin üzerinden geçerken insanlar evlerinden çıktı, gökyüzünü işaret ederek hayretle baktı. Minarelerin, kubbelerin, Marmara’nın maviliğinin üzerinden geçen bu küçük uçak, aslında büyük bir milletin cesaretini temsil ediyordu. Vecihi Bey, kokpitte rüzgârın uğultusuna karşın gözlerini uzaklara çevirdi. Haliç’in, Galata Kulesi’nin ve denizin parıltısının üzerinden geçerken kalbi hızla çarpıyordu. Her saniye, yılların emeğini ve sabrını doğruluyordu. İçinden şu sözler döküldü: “Bu sadece bir başlangıç. Gün gelecek, Türk gençleri kendi uçaklarını yapacak, gökyüzünde özgürce süzülecek.” Yeşilköy pistine indiğinde alkışlar ve sevinç çığlıkları gökyüzünü doldurdu. İnsanlar uçağın yanına koştu, onu omuzlarına almak istedi. Vecihi Bey’in yüzünde yorgun ama gururlu bir gülümseme vardı. O an, yaptığı şeyin büyüklüğünü bir kez daha hissetti: Bu uçuş, sadece bir teknik başarı değil, bir milletin özgürlük yolculuğunun sembolüydü. O gün, 30 Eylül 1930’da Göztepe’den Yeşilköy’e yapılan o kısa ama anlamlı uçuş, Türk milletinin havacılık tarihine altın harflerle yazıldı. Vecihi Hürkuş, cesareti ve kararlılığıyla gelecek kuşaklara bir mesaj bıraktı: “İmkânsız görünen her şey, inanç ve sabırla mümkündür.”
UMUT MERİÇ BERBEROĞLU