Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Az Bulutlu
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C
Salı Az Bulutlu
11°C
Çarşamba Parçalı Bulutlu
11°C
Perşembe Az Bulutlu
14°C

Bir Gün Bu Hikâyemi Yazsam İnanmazlar

Bir Gün Bu Hikâyemi Yazsam İnanmazlar
28 Aralık 2024 14:35
6
A+
A-

O ilk karne halen bende durur ve arada bir çıkarır bakar ve “Bir gün bu hikâyemi yazsam, inanmazlar” derim.

2 kişi, sakal, ders çalışan insanlar ve gözlük görseli olabilir

Almanya’ya geleli çok olmamıştı ve iltica başvurum kabul edildikten sonra Almanca kursuna yazılmıştım.

Görseniz, işi gücü bırakmış, yana yakıla Almanca çalışmaktayım. Birkaç ay sonra kursa Amerikalı bir kadın geldi. Adı Jeniffer. Biz kurstakiler çoktan “karnım acıktı” “Tavuk döner kaç para?” “Çişim geldi.” falan öğrenmişiz ama Jeniffer tek kelime Almanca bilmiyor. Öğretmen “Kim Jeniffer’e yardımcı olabilir?” diye sordu.

Dedim “Sıkıntı yok. Ben Jeniffer bacıya yardımcı olurum. Yaşasın halkların kardeşliği.”

Her ne kadar, Jeniffer, halkların kardeşliği kısmını ek idrak edemese de, ona destek olmak istediğim için çok sevindi ve sevincini “Oooh yesss babyy.” diyerek belli etti. Ben, yaşadığı mutluluğu hemen anladım. Çünkü o kadar İngilizcem vardı zaten. Mesela, No Smoking, General Electric, Mr and Mrs Brown, battı fishing yan going…

Neyse, biz başladık bu Jeniffer bacıyla gece gündüz Almanca çalışmaya. Sanırım, aradan birbuçuk ay falan geçmişti. Bizim Jeniffer bacı Almanların organize ettiği bir geceye katılmış. Ee, güzel de kadın. Böyle olunca, Almanlar bunun etrafını sarmış ve Jennifer da başlamış, benden öğrendiği Almancayla çat pat konuşmaya.

Derken, Jeniffer bacı bakmış ki, adamlardan biri şaşkınlık içinde, gözlerini pörtlemiş ona bakıyor. Adama dönüp “Hayırdır, bir sorun mu var birader?” gibisinden sormuş.

Adam da “Yok yok.” demiş. “Sadece, hayatımda ilk defa Türk aksanıyla Almanca konuşan bir Amerikalıyla karşılaşıyorum. Çok şaşkınım.” demiş.

Gott Gott (Alla Alla)… O kadar da olacak de mi. Çok bitte yani.

***

Bir de bunun öncesi var. Hazır yeri gelmişken, beni gönderdikleri ilk kursu da anlatayım, tam olsun.

Bir sabah posta kutumda bir mektup buldum. Gönderen İş ve İşçi Bulma Kurumu’ydu ve mektupta, hemen bir Almanca kursuna başlamam gerektiği, bunun için bütün hazırlıkların yapıldığı ve hatta birkaç gün sonra başlayacak olan bir kursta yerimin ayırtıldığı yazıyordu.

Bu habere çok sevinmiştim. Eğer Almanca öğrenirsem, hemen ardından istediğim bir okula gidip para kazanmaya da başlayabilirdim.

Pazartesi sabahı erkenden uyandım. Traşımı oldum, kokular süründüm, kalemimi, silgimi, kalemtraşımı, defterimi hazırladım. Sonra çantamın boş kalan kısmına iki tane, ağzına kadar tıka basa dolu beslenme çantaslarını ve iki litrelik suluk sıkıştırıp Almanca kursunun yolunu tuttum.

Kurs binasına vardığımda, kurs henüz başlamamıştı ve benim de kayıt yapıldığım sınıfta, kadınlı erkekli bir kalabalık, çocuk heyacanıyla öğretmeni bekliyordu.

Ben de kendime en önde bir yer bulup oturdum ve etrafa bakınmaya başladım ama sanki bir gariplik vardı. Benim dışımdaki herkes ya Rus ya da Iraklı’ydı. Ben bunu düşünürken, öğretmenimiz “Guuttennn Morgennnnn” (Günaydın) diyerek sınıfa girdi. Ben de gururla ayağa kalkıp, hazır ola geçtim ve bağırarak “Gutennnnn Morgennnnn” dedim. Öğretmen şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Çünkü benden başka kimse ayağa kalkmamıştı. Kafamı sınıfa çevirdim. Rus ve Iraklı’lar da “Bu herif ne yapmaya çalışıyor?” diyen gözlerle beni izliyorlardı.

Anladığım kadarıyla, önce öğretmen kendini tanıttı. “Ich” (Ben) dedi. “Klaus” dedi falan. Sonra tek tek isimlerimizi sordu. Tanışma faslı bittikten sonra. Sıra ilk derse geldi. Ben tabi hemen çantamda ne varsa hepsini masaya yığdım. Yığarken de, öğretmen, ne kadar hazırlıklı geldiğimi görsün de gözüne gireyim, diye çok ses çıkardım. Sanırım sesi çok fazla çıkarmış olmalıyım ki, arkalardan homurtular gelmeye başladı. Gelir tabi. Hiçbiri benim kadar hazırlıklı gelmemişlerdi ki. Herkes birbirinden kalem, kağıt istiyordu. Ben de öğretmene bakıp kafamı “Ah bu yabancılar, ne zaman zamanında hazırlanmayı öğrenecekler?” gibisinden kafamı iki yana salladım.

Öğretmen de salladı.

Sonra ben gülümsedim.

O gülümsemedi.

Dengesiz!

Neyse,

Nihayet öğretmen tebeşiri eline alıp tahtaya “A” çizdi ve bize de el kol işaretleriyle, deftere on kere A yazmamız gerektiğini söyledi.

On kere “A” mı yazacağız?

Neden?

Neden biz şimdi durup dururken, oturup A yazıyoruz ki?

Salak mıyız biz?

Ve hani biz Almanca öğrenecektik?

A nedir ya?

Aklım almamış olsa da, öğretmenin dediğini yapıp birkaç saniyede bitirdim ve öğretmene baktım.

Öğretmen de bana baktı.

Gülümsedi.

“Olum sen dengesizsen, ben senden daha dengesizim.” mesajı vermek için mükemmel bir andı.

Ben gülümsemedim.

Yalnız bu arada arka masalarda hararetli bir çalışma vardı. İçimden “Lan arkadaş altı üstü on tane A yapacaksınız. Bu ne gürültü böyle?” diyerek geriye döndüm.

Anam!

Bunların hiçbiri A yapmasını bilmiyor ki.

Biri A yapayım derken başı karlı dağ çizmiş. Ötekinin yaptığı A yan yatmış. Bir öteki A’dan umudu kesmiş olmalı ki, yanındaki Rus kadına kolundaki dövmeyi gösteriyor. Daha şaşkınlığım geçmemişti ki hemen sol arka tarafımdan biri “Zordir. Çoh zordir. Vallah Almanca zordir” dedi. Bu sefer kafamı o yana çevirdim.Sınıfın en yaşlısı, Iraklı Kürt amca benimle konuşuyor. Az buçuk Türkçe biliyormuş.

“Tamam. da dayı, gözünü seveyim, biz daha Almancaya başlamadık ki. Bu sadece kıytırık adi şerefsiz sıradan bir A.” dedim.

“İşte ben de oni diyem. A böyle zorsa…Teyyy…”

Teyy mii?

Ben nasıl bir yere düştüm böyle?

Yazının başında da dedim ya, anlamıştım bir gariplik olduğunu. Sonradan ortaya çıktı ki, bu kurs, Almanca kursundan önce, Irak ve Rusya’dan gelenler için verilen Latince alfabe kursuymuş ve diğer kurslarda yer olmadığı için “Boşta kalmasın bari. Gitsin bilgilerini tazelesin.” diyerek beni bir aylığına buraya kayıt etmişler.

Ben böylece, Almanya’ya gelmeden önce, tiyatro oyunları, şiirler, hikâyeler yazan hatta üstüne bir de kitapları olan bir yazar olarak, bir ay okuma yazma bilmeyenler kursuna yazılmış oldum. Yapacak bir şey yoktu. Her sabah kalkıp kursa gidiyordum ve bir yandan tek tek harfleri yazarak, diğer yandan küfür ederek, günümü dolduruyordum. Günler geçtikçe, sınıfın birincisi olmuştum. Benden iyi harf yazan yoktu ve öğretmen her seferinde diğerlerine beni örnek gösterip “Sehrrrr guttttt Herrrr Dursunnnn..” (Harika Dursun bey) diyordu.

“Tabi seehrrr guttt olacak dengsiz Klaus. Sen söyle ben sana harflerden oluşan kelimeler hatta cümleler bilem yazarım oğlum. Neye şaşırıyon; niye şaşırıyon? Yazarım lan ben.” demek istiyordum ama Almancam yeterli olmadığı için “Ja ja” deyip yerime oturuyordum.

Ama ne yalan söyleyeyim, öyle sınıf birinci falan olmak da fena değildi. bir seksenbeşlik dalyan gibi Rus kadınları etrafımı sarıp, benden yardım istediklerin de, kendimi film galasında imza dağıtan Keanu Reeves gibi hissediyordum.

Kurs devam ederken, en çok zorlanan kişi, bizim Iraklı Kürt dayıydı. Öğretmen tahtaya hangi harfi yazarsa yazsın, kendi ülkesinde bile okul yüzü görmeyen dayı için o harf “o” ydu. Meselâ öğretmen “D” yazıyor ve bir umutla dayıdan, yazdığı harfi okumasını istiyordu. Bizim dayı her seferinde, önce derin bir nefes alıyor ve gözlerini kısarak uzun uzun tahtadaki harfe bakıyordu. Hani görseydiniz, sanki bir harfi okumayacak da, birazdan felsefi bir laf edecek sanırdınız ama o bir süre harfe baktıktan sonra, yine inatla ve inançla “Ooooo” diyordu. Öğretmen baktı ki olacak gibi değil. Beni diğerlerinin. başına koyup, her dersin son yarım saatini dayı ile başka bir sınıfta çalışmaya başladı. Dayının ki inatsa, aynı inat dengesiz Klaus’ta da vardı.

Derken bir ay bitti ve kursun son günü geldi çattı.

Karneler dağıtılmadan önce Klaus yine el kol hareketleriyle bizlere teşekkür etti ve dayıyı gösterek “Jetztt zeige ich euch, wass ich von Herrnnn Onkel gelernt habe.” dedi. Hepimiz şaşkındık çünkü anladığımız kadarıyla “Şimdi ben size dayıdan neler öğrendiğimi göstereceğim.” demişti. Daha şaşkınlığım geçmeden Klaus Kürtçe konuşmaya başlamasın mı? Döndüm, hayretler içinde dayıya baktım. Dayı gururla öğretmeni gösterdi ve “Ben yoh öğrenmek. Ama o eyi öğrendi. Yani biraz şive var da o kadar olur yegenim.” dedi. Yoksa o baş başa çalıştıkları dönemde, dayı harfleri öğreneceğine, Klaus’a Kürtçe öğretmiş.

O gün Almanya’daki ilk karnemi aldım. Okuma yazma kursunu başarıyla bitirmiştim. Rus kadınlar telefonu mu aldı. Erkeklerle kapının önünde votka içtik. Iraklı dayı, günah diye votka içmese de, bir köşede ısrarla , “Ez té Hezdıkım” deyip, Rus kadınlardan birine Kürtçe “seni seviyorum”u öğrettti.

O ilk karne halen bende durur ve arada bir çıkarır bakar ve “Birgün bu hikâyemi yazsam, inanmazlar” derim.

Tamer DURSUN

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.