Tam uykuya dalmıştım ki, yatağından fırlayan, kardeşim kalkıp gece lambasını yaktı.
Etrafı aydınlatan kırmızı ışık gözlerimi kamaştırmıştı. Elimi alnıma koyup bakabildiğimde,
karşımdaki dolabın yanında buldum onu. Kulağını duvara yaslamıştı ve hiç kıpırdamadan, ne
söylediklerini dinliyordu. Bir süre sonra bana doğru dönüp “Bak konuşuyorlar işte.” dedi.
“Hem de heykel konuşuyor!”
Onu kafasına taktığını biliyordum. Haksızda sayılmazdı. Caddedeki hamburgerciden
çıkıp, eve döndüğümüzde, mutfak tezgahının üzerinde görmüştük. Zaten o günden itibaren
ikimizde unutamamıştık. Bir elinde omzuna koyduğu baltasıyla bekliyordu. Bodur kolları ve
bacakları, zırhının altında daha da kuvvetliydi. Kocaman gözlerinin içi oyulmuştu. Göğsüne
uzanan sakalları lacivertti ve hiç de sevimli bir heykel değildi. Sanki her an tezgahtan
zıplayacak da üzerimize saldıracaktı. O zamanlar on iki yaşındaydım, benden üç yaş küçük
olan erkek kardeşim korkudan koluma yapışmıştı. Telefonla konuşmasını bitiren bakıcımız
Zümra, yanımıza geldiğinde, meraklı sorularımızı yanıtlamak yerine kardeşimin dışarıdan
getirdiği kartopunu elinden alıp, lavabonun içine atmıştı. Ardından, hiçbir şey söylemeden,
heykeli koltuk altlarından kaldırdı ve –ona verdiğimiz- küçük odasına götürdü. Donmuş,
kalmıştık resmen.
Halbuki sömestr tatilinin beşinci gününe dek, müthiş keyifliydik. Annem ile babam
Abant’ta baş başayken, ev tamamen bize kalmıştı. Canımızın istediği saatlerde uyuyup,
uyanıyorduk. Ama hepsi kısa sürmüştü işte. Artık her adımda dikkatli olmalıydık, yoksa bir
gece ansızın betondan parmaklarıyla boğazımıza yapışabilirdi. Kanepenin arkasından tırmanıp
kulağımızı ısırarak koparır, midesine indirebilirdi. Belki de şuan da kilerdeki kutulardan
birinin içindeydi ve bizimle ilgili sinsi planlarını yapıyordu, sonra da uyuduğumuzu zannedip
Zümra ile sabaha kadar konuşuyorlardı. Hatta Zümra’yı kandırıyor, belki de dövüyordu,
çünkü odasından çıktığında, o güzel solgun yüzünün acı bibere dönüşmesi bu yüzdendi. Tabii
tüm bu fikirler, geceleri yorganın altında tartıştığım kardeşime aitti. Ona göre her şeyin tek
sorumlusu heykeldi.
Başlarda, ne dersem deyim heykellerin canlı, özellikle de katil olmadığını bir türlü
anlatamıyordum kardeşime. Ama yaşadığımız son olay, uçarı düşünlerine inandırmıştı beni.
Ne zamandır Zümra’nın odasından heyecanlandıracak sesler duymuyorduk. Merakımız
azalıyor ve tek korkulu eğlencemizi de kaybetmiştik. Halıda oturmuş, sıkıntıdan iskambil
kağıtlarıyla oynadığımız o gece birden dikkat kesildik. Birisi kahkaha atıyordu hem de arada
dinleniyor ve tekrar devam ediyordu. Şaşırmıştık, hemen koşup duvara kulağımızı yasladık.
Yaşlı bir adamın hırıltılı kahkahasıydı bu. Zümra da bir şeyler söylüyordu ama sesi daha
duvara yetişemeden kayboluyordu. Kardeşimin gözlerine baktığımda parlıyorlardı. Sonunda
ikisi de sustu ve bir süre hiç konuşmadılar. Sabırla bekledik fakat bir daha gülmediler de.
Sadece parkede, atılan adımlar duyuluyordu. İkimizde ürpermiştik, çünkü yirmi beş yaşındaki
bir kızın ayağı, her yere değdiğinde insanın kafatasına inen balyoz gibi sesler çıkartmazdı.
Yürüdükçe daha çok yanımıza yaklaşıyordu. Bir iki adımdan sonra durdu. Sanki o da kulak
vermiş, bizim soluğumuzu ya da hızlanan kalp atışımızı dinlemeye çalışıyordu.
M.BAYRAKTAR