Sokağın başındaki ulu dut ağacı, yazın kızıl karışımı mor yemişleri olgunlaştıkça ağırlaşır, geniş, yemyeşil yapraklı dalları kaldırıma serin, hareketli bir gölge halısı dökerdi. Mahallenin cıvıl cıvıl çocukları, o gölgenin altında renkli cam misketleri dizer, çıtırtılı iplerle atlar, cevizden topaçları çevirir; okuldan dönenler kitaplarını buz gibi taşlara dizlerine koyup ödev yetiştirirdi. Sapsarı güneşin altında, Deniz’le Zeynep de o gölgenin sadık müdavimlerindendi. Tozlu sınıfta aynı sırada oturdular ilkokulda; birinin kalemi birden kuruyuverdi mi öteki sessizce uzattı, birinin silgisi esrarengizce kayboldu mu diğeri çizgili defterinin arasından, kokusu hala taze yedek çıkardı. Öğretmen yoklama aldığında, berrak bir çınlamayla yan yana yükselirdi isimleri: “Deniz.” “Zeynep.” İki kuş ötüşü gibi birbirine karışırdı.
Mahallenin ak saçlı, çizgili yüzlü yaşlıları, “Birlikte büyüyen çocuklar kardeş gibi olur,” der, onların birbirine değdiğinde hemen çekilen bakışlarındaki ürkek çekime aldırmazdı. O çekim başta ince bir iplik gibiydi: teneffüste aynı tuzlu, susuz simidi paylaşmak, kar tatilinde aynı kocaman, gülümsemeli kardan adamı yuvarlamak, eriyen şubat güneşinde aynı parlak su birikintisinden atlayıp aynı yapışkan çamura bulanmak. Zaman, iki yüreği birbirine dalgın bir nehir gibi usul usul yaklaştıran büyük bir sabırdı. Onlar bu sabrın sıcak kucağında büyüdüler.
Ortaokulda bir gün, okul dönüşü dut ağacının geniş şemsiyesi altında aniden kopan bir yağmur başladı. Sırılsıklam olmamak için Zeynep sırt çantasını başına tuttu, Deniz de kendi eskimiş montunu çıkarıp ona uzattı. “Sen üşürsün,” dedi Zeynep, dudakları morarmaya başlamışken. “Ben koşarım,” dedi Deniz, sesinde bir titreme. Koşmadı. Yan yana yürüdüler, kaldırımdan taşan sular bileklerini yaladı, ayakkabıları ıslak çuval gibi ağırlaştı. Eve vardıklarında Zeynep, ıslak taşlı apartman girişinde durup “Teşekkür ederim,” dedi. Sıradan, kısa bir cümleydi. Ama Deniz o cümlenin içinde içini ürperten bir şey duydu: Yarım kalmış bir şarkının son notasında asılı kalan bir titreşim. Birkaç gece sonra, kareli defterine ilk kez bir şey yazdı: “Yağmurun sesi, onun sesine benzedi.” Sabahın ilk ışığında utançla o sayfayı yırttı.
Liseye başladıklarında, kalabalık sınıfta aynı sınıfın farklı sıralarında oturmaya başladılar. Araya yığılan dersler, stresli sınavlar, vakit alan kulüpler, uzak kurslar girdi. Ne var ki daracık kantin sırasının aynı noktasında buluşmayı, gürültülü koridorda karşılaşınca anlık, sıcak bir baş selamını, bitkin deneme sınavlarının sonunda birbirlerine “Nasıl geçti?” diye içten sormayı hiç bırakmadılar. Sanki görünmez bir anlaşma yapmışlar gibi her şeyin fazlasını değil, içlerini ısıtan kıymetlisi kadarını paylaşıyorlardı. Fazlası taşırırdı, kıymetlisi saklardı.
Son sınıfta, ciddi yüzlü rehber öğretmen sınıfa girip “Hayaller?” diye sordu. Zeynep çabucak el kaldırdı, “Tıp,” dedi. Sesinde kaya gibi sağlam bir berraklık vardı. Deniz yanına baktı, buzlu pencereden süzülen kış ışığı onun kestane rengi saçlarına değiyordu. Deniz, sıradaki öğrenci konuşurken kendi defterine eğilip kalın harflerle tek kelime yazdı: “Tıp.” O kelimenin yanına hiçbir şüphe, hiçbir açıklama düşmedi; sadece küçük, kararlı bir nokta koydu, sanki bir cümlenin değil, ömürlük bir yolun işareti gibi.
Üniversite sınavının sonuçları açıklandığında, mahallenin kırışık yüzlü, güler gözlü bakkalı Hasan Amca ilk o haberi aldı her zamanki gibi. “Sizinkilerin ikisi de aynı fakülteyi kazanmış,” dedi bir sabah, taze mürekkep kokan gazeteleri tezgâha dizerken. Deniz gazetelerin siyah-beyaz tarihine, Zeynep buharı tüten süt şişelerinin camına baktı; ikisi de gözlerinin içi gülerek gülümsedi. “Tesadüf,” dedi Zeynep, hafifçe omuz silkerken. “Kader,” demedi hiçbiri. Kader, iki ağızda da eriyen sessiz bir şeker gibiydi.
Tıp fakültesi onlara acımasız bir saat gibi işleyen bambaşka bir ritim öğretti. Anatomi salonlarında ölüm kokulu sessizlik, mikrobiyoloji derslerinde mikroskobik dikkat, acil servis rotasyonlarında kalbi yerinden oynatan alarm sesi gibi atak bir uyanıklık. İlk gün beyaz örtülü kadavra önünde durduklarında Zeynep’in parmakları incecik lastik eldivenin içinde gözle görülür şekilde ürperdi. Deniz, bunu görmedi; içinde kopan gök gürültüsüne benzer bir titreşimle kendi notlarına eğildi. O günün akşamı, fakülte bahçesindeki soğuk taş bankta yan yana oturdular. Zeynep, ellerini ovuşturarak, “İnsanın içinde bu kadar organ olduğunu bilmek, sanki içimde görünmez bir kalabalık yaşıyormuş gibi,” dedi. Deniz hafifçe gülümsedi. “Belki de o kalabalık, biz tek başımıza kalmayalım diye,” dedi. İkisi de bu cümlenin içine gizlenmiş kırılgan itirafı duyar gibi oldu; yine de ustaca bir mimikle, bakışla üzerini örtmekte ustaydılar. İtiraf, doğmamış bir bebeğin göbek bağı gibi, varlığı bile hızla bağlanıp çözülüveriyordu.
Gece yarılarına kadar süren kütüphane çalışmalarında, Zeynep kahvesini iki küp şekerli içer, Deniz buruk sade isterdi. Kitaplar arasında uzayıp kısalan gölgeleri, korkulu sınav tarihlerini, kırmızı çizgili gözlerini paylaştılar. Paylaşmadıkları bir şey kaldı; her ikisi de onu dudaklarında belli belirsiz bir kıvrımla, bir tebessümün kıyısına bağlayıp orada tuttu: “Seni seviyorum,” cümlesi. Cümlenin her iki ucunda, yıllardır süren bir bekleyişin iki çocuğu kaldı.
Mezuniyet günü cübbeler içinde fotoğraf çektirirken, kepi havaya atma anında aniden göz göze geldiler. Işık patlaması bitti, kapı önünde neşeli kalabalık dağıldı, gökyüzü hüzünlü turunculara bürünüyordu. Zeynep cesaretle, “Hadi,” dedi, “dut ağacının oraya gidelim.” Yıllar sonra ilk kez, unutulmuş bir hazine gibi duran çocukluk gölgelerine döndüler. Daha heybetli görünen ağacın dallarına bakarken Zeynep göğsü kabararak derin bir nefes aldı, “Birlikte…” diye başladı, sonra dilinde düğümlenip sustu. Deniz cümleyi tutuk bir boğazla tamamlayamadı. Sustuğu yerde derin bir kuyu gibi yıllarca sürecek bir gecikme başladı.
Zorunlu hizmet kurası açıklandığında isimler iki zıt ufka düştü. Deniz, rüzgârı tuzlu bir kasabaya; Zeynep, bozkırın ortasında, düdük sesleriyle titreyen bir iç Anadolu şehrine. “İyi gelir,” dediler birbirlerine, seslerinde zoraki bir neşe, “Yeni yerler, yeni insanlar.” Yeni insanlar arasında eski, kıymetli bir mücevher daha sessizleşti.
İkisi de evlenmedi. Bu, bilinçli bir ilke kararı değil, içlerinde sönmeyen bir mumun doğal sonucuydu. Çevreleri ısrar edip durdu: “Kızım, iyi bir hekim, yakışıklı da bir meslektaş, niye hâlâ bekâr?” Zeynep ince bir perde gibi gülümsedi hep, “Kısmet,” dedi. Deniz’e de soruldu: “Oğlum, onca kız hastanede…?” Deniz boş bir bakışla omuz silkti, “İş yoğun,” dedi. İş gerçekten geceli gündüzlü yoğundu; ama yoğunluktan boşalan her sessiz anın içi aynı isimle doluydu.
Yıllar acımasız bir hızla geçti. Deniz acil servisin çığlıklı dilini, sonra travmanın kanlı dilini, sonra yoğun bakımın makine sesli dilini öğrendi. O dilde sevgiye, özleme dair hiçbir özel isim bulunmadığını fark ettikçe içi daraldı; artık “olgu” diyordu. Oysa her olgu, dünyada tek ve benzersiz bir hayatın titreşimiydi. Bu düşünceler, bitkin vardiya aralarında el yıkarken gelir, buz gibi musluk suyu parmaklarının arasından akarken zihnini de geçici olarak yıkamaya yeltenirdi. Ama su, anıları, acıları gerçekten yıkamaz; sadece avuç içinin soğukluğunu değiştirir.
Zeynep dahiliyede kaldı; sinsi ilerleyen kronik hastalıkların yıpratıcı gündelikliğini, polikliniğin bitmek bilmeyen sırasını, hastaların gözlerindeki korku dolu tereddütleri öğrendi. Bazen akşamları lojmanın yalnız mutfağında çay demler; camın önünde durup bardaktan yükselen incecik buğuyla penceredeki soğuk buğuyu bir kalp şekline çevirir, sonra ani bir hareketle silerdi. “Çocukluk,” diye mırıldandı. “Bir kalbi camda bırakınca, içeri o soğuk giremiyor.”
Bir gün, aynı gün, ikisi de posta kutusuna beyaz, sade iki ayrı zarf bıraktı. Zeynep kendi şehrinde yazdı: “Sevgili Deniz, yıllardır söylemediğimiz cümlenin ağırlığını taşımaktan yoruldum, sen tamamla diye içimde sakladım.” Deniz kendi kasabasında yazdı: “Sevgili Zeynep, suskunluğumuz, üzerimize dar gelen, soluk bir gömlek gibi. Ya yırtalım ya ömür boyu giyinelim.” İki zarf da postanenin kaotik dağıtım aksaklığında kayboldu. Bazı yürek sözleri, adresini bulamadan beyhude erir.
O gece, kasabada yağmur yoktu ama asfalt daha akşamki yağmurdan ıslaktı. Deniz’in hastanesinde nöbet olağan sessizliğiyle başladı. Nöbet defterindeki ilk satır: “22.15—Göğüs ağrısı.” İkinci satır: “22.47—Hipoglisemi.” Üçüncü satır kaderin boşluğunu bıraktı. 23.02’de ambulans sirenleri, aniden yırtılan bir sessizlikle, bütün şehri yerinden sıçratarak uyandırdı. Kapı güm diye açıldı; çığlık ve kan kokulu sedyeler içeri girdi. “Trafik kazası—çoklu yaralı,” dedi paramedik, nefes nefese.
Deniz askerî bir disiplinle harekete geçti. İlk hastanın tıkanan hava yolunu açtı; ikinci hastanın fışkıran kanamasını durdurdu, üçüncünün kaburgalarını şüpheyle muayene etti; monitör, oksijen, damar yolu… Dördüncü sedye içeri hızla girerken Deniz başını kaldırdı. Dünya bir anda dondu. “Zeynep,” dedi, dudaklarından bir fısıltı gibi kaçan. Çünkü sedyede yatan solgun, kanlı yüz, rüyalarından tanıdığı o saklı müziğin sahibiydi.
Paramedik, telaşlı, “Kimliği yok,” dedi. “Arabadaydı. Sol taraftan şiddetli alın darbesi.” Deniz’in elleri donmuş gibi havada kaldı; sonra zapt etmeye çalıştığı bir titremeyle işine döndü. “Hava yolu açık tut!” dedi hemşireye, sesi metalik. Mekaniklik, o an için hayatı tutmanın tek yöntemiydi. Göz göze geldiklerinde Zeynep’in gözlerinde, onlarca yılın birikmiş sessizliği çaktı. Dudakları güçsüzce kıpırdadı. Deniz hemen eğildi. “Deniz,” dedi Zeynep, son bir nefesle, bir vasiyet gibi. “Buradayım,” dedi Deniz, elleri onun bileğinde.
Hayatın fren tutmadı. Zeynep’in sol göğsünde derin bir sancı, nefesinde kesik kesik bir kopuş; parmak uçlarında ölümün soğukluğu. Deniz stetoskopunu ümit ve korkuyla yerleştirdi; kalbin sesi, bir metronomun son düzensiz vuruşlarına benziyordu: Var—yok—var—yok. “Sıkı dur,” dedi, sesi yırtılırcasına, “buradayım.” O iki kelime, ömür boyu biriktirilmiş bütün cümlelerin özüydü.
Takım bir makine gibi çalıştı. Komutlar kısık, sayılar hızlı, ilaçlar acil. Zaman sarsılarak ilerledi. Zeynep gözlerini bir anlık kapadı. “Söylemek…” dedi, zihnindeki cümleyi tamamlayamadan, “Yıllardır…” Deniz, “Şimdi değil,” demek istedi; ama dudaklarından, “Şimdi,” döküldü. “Şimdi söyle.” Zeynep solgun dudaklarında beliren bir çocuk tebessümüyle gülümsedi; yüzünde dut gölgesinin serinliği bir anlık belirdi. “Ben,” dedi, nefesi iyice zayıflarken, “hep…” Cümle, dudaklarında bir baloncuk gibi patlayıp kayboldu.
Deniz’in eli, Zeynep’in bileğinde, nabzın son, cılız telaşını yakaladı; sonra mutlak bir durgunluğa dönüştü. Ekrandaki yeşil çizgi, sonsuz bir ufuk oldu. O an, acil servis dünyadan kopmuş, zaman dışı bir kâbus sahnesiydi. Hemşire saygıyla başını eğdi. “Saat?” diye sordu biri, boğuk bir sesle. Deniz kurşun ağırlığındaki kolunu kaldırıp saatine baktı. “23.21.” Rakamlar gözlerine batarcasına netti.
Bir hekim, akan bir nehir gibi durmaz. Deniz, kendi parçalanmış dünyasına rağmen, diğer yaralılara döndü; yaşamak isteyenlerin bakışları onu çağırıyordu. Nöbetin sonuna kadar robot gibi işine devam etti. Bazen devam etmek, hayata tutunmanın ta kendisidir. Sabah gri ışıklarıyla geldiğinde, gömleğinin cebinde katlı bir not vardı; kimin bıraktığını hiçbir zaman öğrenmedi. Kâğıtta tek cümle: “Siz birbirinizi çok iyi tanıyordunuz.”
Cenaze, Zeynep’in doğduğu şehre götürüldü. Deniz, kendini toplayamayarak oraya gitmedi. Gitmemek, bazen iç kanamayı durdurmanın tek yoluydu. Hastanenin arka çıkışındaki soğuk demir bankta oturdu; sabah güneşi yavaş yavaş beton zemine hüzünle yayıldı. Gömleğinin cebinden, buruşuk bir kâğıt çıkardı ve kalemi titreyerek yazmaya başladı: “Zeynep, seni çocukken serin dut gölgesinde sevdim; gençken kahve kokulu üniversite kantininde, hekimken beyaz acilin sert ışığında. Kelimeler hep geç kaldı. İnsan geç kalınca, kelimeler koşar ama varacağı yer aynı kalıyor: Sen.” Kâğıdı özenle katlayıp yerine koydu. Bir sır gibi sakladı.
Akşamüstü çınlayan bir telefon geldi. Resmî bir memurdu. “Eşyalar arasında mühürlü bir zarf bulundu,” dedi. “Üzerinde adınız var.” Zarf, Zeynep’in lojmanındandı; içinde eliyle yazılmış kısa bir mektup ve ufak, paslı bir anahtar vardı. “Komodinin üst çekmecesi,” diyordu mektup, “dut gölgesi kadar eski bir sır için.”
Deniz, birkaç günlük izni zor alıp şehre gitti. Lojmanın odası hüzünlü bir düzenle derli topluydu; kitaplar dik, bardağın içinde tek başına bir kalem, pencere önünde solgun bir menekşe. Komodinin çekmecesini anahtar gıcırtıyla açtı. İçinde eski, saman rengi bir defter, solmuş kahverengi lastikle tutturulmuş, sayfaları merakla kabarmış. İlk sayfanın üstünde, Zeynep’in tanıdık, zarif el yazısı: “Sorulmamış sorular, verilmemiş cevaplar.” Altında tarih: Üniversitenin ilk yılı.
Defteri okudukça, zamanda bir tünel açıldı. Her sayfa, donmuş bir an; her an, dökülmemiş bir damla. “Bugün laboratuvarda eldiveni çıkarırken gözlerim titredi; o, fark etmedi.” “Kütüphanede kahvesi bitince benimkini uzatayım dedim; cesaret kırıntısı edemedim.” “Mezuniyet günü, dut ağacının altına gidelim dedim; ‘Birlikte…’ diyemedim.” Son sayfada, kaza gününden bir gün önce: “Yola çıkmadan önce postaya bıraktım; mektubun sana gidip gitmeyeceğini bilmiyorum. Gidemezse de kelimeler gökyüzünde bir yol bulur.”
Deniz defteri hafifçe kapattı, masaya bir emanet gibi koydu. Pencereden görülen ufukta, tren rayları iki gümüş çizgi halinde birbirine paralel uzanıyor, sonsuzlukta kesişmiyordu. O an, dünyanın eğriliğini düşündü: Yeterince uzağa gidersen, paraleller belki bir gün el sıkışırdı. Ya da insanın içindeki harita, dünyanınkinden farklıydı.
Deniz, kasabasına döndüğünde işi bırakamadı. Daha da sarıldı: Daha uzun nöbetlere yazıldı, daha dikkatle hastaların hikâyelerini dinledi. Acilde bir gece, kırışık yüzlü bir adam “Keşke,” dedi, gözleri buğulu, “Keşke sevgimi ona söyleyebilseydim.” Deniz adamın kırılgan elini tuttu. “Söylediniz,” dedi. “Söylemenizin bıraktığı o sessiz boşlukta bile duyuluyor.” Bazı sevgiler, söylenmeyişinin gölgesinde daha derin yaşar.
Bir öğle arasında, hastanenin arka bahçesine küçük, narin bir fidan ekti. Dut değil, zeytin. “Dut gölgesi çocukluğumdu,” dedi rüzgâra, “zeytin huzur olsun.” Toprağı sevgiyle avuçlarıyla düzeltti, ilk can suyunu verdi. Fidan, nazlıca sallandı; minnettar bir eğiliş gibiydi.
Zarfın içindeki anahtar, artık açılmayacak bir kapının simgesine dönüştü. Defteri ise, her ay bir kez açıp gözüne ilişen bir sayfa okudu. Kelimeler, yarasını iyileştirmiyordu ama yaranın altında hala bir hayatın attığını hatırlatıyordu. Tutulmuş bir nota gibi, izi uzun süre kalırdı içinde.
Yıllar sessizce ilerledi, mahalledeki dut ağacı daha da genişledi. Yazları dalları cömertçe gölge dökerdi. Deniz bir gün izin alıp eski mahallesine gitti; bakkal değişmiş, ama gölge aynı dinginlikteydi. Çocuklar kahkahalarla ip atlıyordu. Deniz, bankta oturup onları izledi; bir kız, bir oğlan kısa bir an göz göze geldi; aralarından utangaç bir tebessüm geçti. Deniz’in dudaklarında tatlı-acı bir gülümseme belirdi. Yanındaki ak sakallı yaşlı adam, göz ucuyla onu süzer gibi, “Birlikte büyüyen çocuklar kardeş gibi olur,” dedi. Deniz, gözleri uzaklarda, “Olur,” dedi, “Bazen çok daha fazlası.”
Akşam, mahallenin tanıdık ezanı kulağına geldi. Deniz, mekânın dışına çıkar gibi gözlerini kapadı. Zeynep’in sesini duydu: “Deniz.” Ses, çocukken yağmur altında duyduğu o tatlı çağrı gibi yumuşaktı. “Buradayım,” dedi Deniz, içinden. Cümle, kalbinin odalarında yankılandı.
O gece, hiç göndermeyeceği bir mektup yazdı. Mektup, yüreğinin aynasıydı.
“Sevgili Zeynep,
Sana söylenemeyen cümleleri küçük bir sandığa koymuşuz; kilidi paslanmış zaman olmuş. Kilit açılmadan, içindekiler sandığa sığmayacak kadar büyümüş. Sonra bir gün, sandık kendi kendine açılmış; ellerim titreyerek içinden senin ruhun çıkarıyorum. Acildeki o gece, ‘Buradayım’ dedim. Geç kalmış bir geminin liman feneriydi o kelime. Ama bilmeni isterim: Sen benim ömürlük gölgemsin; serinliği hiç eksilmedi. Zeytin fidanı ektim. Büyürse, barışın gölgesi düşsün. Belki bir gün, oradan geçen iki çocuk bizim şarkımızı bilmeden göz göze gelir. Seni seviyorum. Zamanın ötesinde, hep şimdiki zamanda.
Deniz.”
Mektubu hafifçe katlayıp Zeynep’in defterinin yanındaki çekmeceye koydu. Anahtarı, beyaz zarfın üstüne bıraktı. Bazen kapılar açılır; bazen anahtarlar, açılması gereken kapıları bekler. O akşam, sessizliği seçti.
Bir kış sabahı, acil servis nadir bir sakinlikteydi. Deniz pencereden dışarı baktı; yağmur yoktu ama hava toprak ve nem kokuyordu. Dışarıda, küçük bir kız, boynunda Zeynep’in çok sevdiği lacivert mavi atkı. Deniz içeri döndü, elini buz gibi musluğun altına verdi, su kayıtsızca akıp geçti. Su geçmişi temizlemez; ama bazen avuç içini bir anlık ısıtıverir.
O gün, nöbet defterine ilk kez kişisel bir not düştü, olguların arasına değil, en başa: “Hayat, söylenememiş cümlelerin gizli ağırlığıyla sürer. Ama bazı cümleler, dillenmeden de yaşanmıştır sevgiyi.”
Defteri kapattı. Odadan çıktı. Koridorda yürürken, sanki yanı başında dut ağacının serin nefesi eşlik ediyordu. İnsan, sevdiğini kaybettiğinde, sevme yetisini kaybetmez; o sevgi, dünyada kalan herkes için uzanmaya devam eder. Deniz, ilk hastasına girdi, sıcak bir gülümsemeyle “Merhaba,” dedi, “Ben Deniz.” İçinde, berrak bir ses fısıldadı: “Buradayım.”
Yaz geldiğinde, zeytin fidanı gururla bir karış uzamıştı. Nazlı bir dalı eğilince, Deniz destek olsun diye ince bir çıta bağladı; düğümü eskiden beri bildiği gibi, sağlam ama zorlanmadan çözülebilir attı. Tıpkı hayatın bazı bağları gibi. Bir an için çocukluğun yeşil serinliğini hatırladı, sonra gözlerini kapayıp zeytinin hışırtılı yaprak sesine kulak verdi. Bir esinti geçti; yapraklar, kayıp bir sevdanın en hafif notasını söyledi.
Deniz, o nota eşliğinde, uzaktan gelen bir kalp sesi duyar gibi oldu. Var—yok—var—yok. Bu kez çizgi dümdüz gitmedi; müzik sürüp gitti. Zeynep ’siz hayat, Zeynep’le dolu bir sükût oldu: Sessiz kalan her şey, söylenenlerin yanında huzurla durdu.
Ve zaman, o büyük, kozmik sabrı içinde, iki yüreği hiç durmadan usul usul yaklaştırmaya devam etti; biri bu toprakta, biri artık başka bir ışıkta. Belki de sabrın adı buydu: Aynı sokağın iki kalbi, aynı gölgenin ebedi serinliği. Biri “Buradayım,” dediğinde, diğeri göklerin ötesinden, “Duyuyorum,” dedi. Sanki.
Hikâye böyle bitti denebilir; ama bazı hikâyeler, mekânlarda sürer. Deniz o akşam nöbetini devrederken, “İyi geceler,” dedi taze yüzlü asistana. Genç asistan, hafifçe büzüşen kaşlarla, “İyi geceler hocam,” dedi. Sonra, cesaret toplayarak: “Hocam… şey… Sevdiğiniz birini kaybettiyseniz… nasıl yola devam edilir?” Deniz, çıkış kapısına doğru ilerlerken durdu, arkasını dönmeden, berrak bir sesle cevap verdi: “Sevmekten vazgeçmeden.”
Dışarı çıktığında hava temiz ve serindi. Gökyüzünde parlak tek bir yıldız, tıpkı eski sokaktaki gibi dut ağacının hayaleti üzerinde asılı duruyordu. Deniz, ayak sesleri sessizliğe karışarak yıldızın altından geçti; adımlarının arasında, ömür boyu söylenememiş o cümlenin ritmi vardı. Ve o ritim, göğsünün derinliklerinden gelen en eski, en bildik şarkıyı tekrarlıyordu: Buradayım. Buradayım. Buradayım.
Oğuzhan ÖCAL
Kalemi Olmayan Yazar