Senden başka kimsenin olmadığı bir ormanda açıyorsun gözlerini. Altında sert mi sert bir döşek, üstünde odanın köşesinden geceden kalan yağmurun damlalarını akıtmakta olan ahşap tavan. Mavi renkli eski perdesi azıcık sıyrık, yarım açık ahşap pencerenin ardında tüm ihtişamıyla güneş görünüyor. Doğuş yoluna az evvel çıkmış, üzerine doğduğu herkese gülücükler saçıyor. Uyku mahmuru gözlerin güneşi görünce kamaşınca ufacık tatlı bir sitem halinde elini set ediyorsun güneşe. Bir bardak doğal süt içmek için odadan çıkıp, her adımında ses çıkaran tahtadan zemin üzerinde ilerleyerek mutfağa gidiyorsun. Salon, küçük bir tezgah ve bir küçük eski tahta dolaptan oluşan mutfak ile bütünleşmiş halde. Ateşi yaktın ve ardından ocağa ılıması için bir bardak süt bırakıp hemen tezgahın yanında duran sobayı yakmaya gittin. Gece öyle çok fırtına vardı ki soğuğu henüz şehrinden çekilmediğinden bedenini bir üşüme sardı. Kapının yanındaki mavi tahta sandalyede duran hırkanı yavaşça üzerine geçirdin. Hırkan yavaş yavaş vücut ısını yükseltmeye başlayınca ona daha daha da sıkı sarıldın ve ardından ateşteki sütünü alıp, eskilerden beri evinde duran tüplü televizyonunun karşısına geçtin.
“Gece yarısında etkisini arttıran yağmur, tüm doğu şehirlerini etkisi altına aldı.”
Başka bir kanal açıyorsun, her açtığın kanalda başka bir felaket haberleri veriliyor.
“Magandaların hedefinde bu kez genç bir anne ve iki çocuğu vardı.”
Değiştirdin.
“Bolu yolunda zincirleme trafik kazası. Beş ölü sekiz yaralı.”
“Virüs bu sefer affetmedi, bir günde üç bin sekiz yüz can aldı.
Gayet neşeli, hayat enerjin yüksek ve yaşamaya hevesli bir şekilde uyandığın sabahın televizyondaki türlü felaket haberleriyle mahvolmuşa benziyor. Öfkeyle televizyonu kapatıp evden dışarı çıkıyor, geceden kalan yağmurun izlerini sürmek için heyecanlanıyorsun. Fazlası felaket olarak adlandırılan fakat esasında su kütlesinden ibaret olan yağmurun, yaşadığın ormanda bıraktığı izleri keşfetmek son birkaç haftadır keyif aldığın aktivitelerden birine dönüşmüş. Artık kasım ayına girmiş olmanın da getirdiği soğukluk ile birlikte nezle belirtileri de yavaş yavaş kendini göstermiş gözüküyor.
Yaşadığın da evinden çıktığın anda seni uçsuz bucaksız toprak bir yol karşılıyor. Kahverengi ve yeşilin inanılmaz bütünlüğünde ilerliyorsun. Attığın her adımda duyduğun ve gittikçe yoğunlaşan kuş ve çekirge sesleri hafif esen meltemin de etkisiyle harika bir akustik ortaya çıkarıyor. Ayağın kurumuş bir yaprağın üzerine denk gelince huzur veren bir çatırtı çıkarıyor. Yakınlarında akmakta olan bir çeşmeden su sesleri geliyor. Zihnin bedeninin bir başınalığının farkında olup huzur duyuyor, müthiş bir dinginlik hediye ediyor sana. Hayvan, su, bitki ve rüzgar üçlüsünün bütünlüğünden öyle keyif alıyorsun ki keşke insanlar gerçekten hiç var olmasaydı düşüncesi bilincini kaplıyor.
Yanlarından geçtiğin koca gövdeli ağaçların bile bir sürü ilginç hikayeleri olmuş olabileceği geliyor aklına. Keşke her biriyle tek tek sohbet etme fırsatım olsaydı, diye düşünüyorsun. Uzun zamandır bu ormanda tek başına yaşamanın getirdiği dinginlik, sakinlik sadece ruhunu değil hal ve hareketlerini de değiştirmiş görünüyor. Yavaş, huzurlu ve sakin. Tüm hayatın bu üç kelimede ibaret gibi. Ve aslında kafan öyle de rahat ki. insanın olduğu yerde karmaşa vardır, bu koca ormanda yaşayan tek insan olduğun için bütününle yalnızlığa ve dinginliğe hapsolmuşsun ama bu mahkumluk sana zevk veriyor. Yapraklardan yavaşça süzülüp, hızlıca düşen damlalar sana ölen insanları hatırlatıyor. Sert bir yağmurla, gümbürtüyle gelip, kimsesiz sessiz sakin süzülüyor damlalar toprağın içseline doğru.
Ceylin KARAKAYA