Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Çok Bulutlu
13°C
İstanbul
13°C
Çok Bulutlu
Pazar Hafif Yağmurlu
13°C
Pazartesi Hafif Yağmurlu
12°C
Salı Az Bulutlu
13°C
Çarşamba Çok Bulutlu
13°C
İSTİKLAL YOLU

O zamana kadar dünyanın görmüş olduğu en büyük savaş sona ermiş, geride milyonlarca ölü, yaralı ve ailesiz çocuk bırakmıştı. Sonradan insanlar bu savaşı anlatırken ona ‘1. Dünya Savaşı’ demişlerdi; çünkü bundan yirmi bir sene sonra, 1939’da, bu savaşın ikincisi olmuş, orada da aynı şekilde kayıplar verilmişti.

Dünyadaki bütün savaşlar, bazı devletlerin kendilerine yetmeyeceklerini düşündükleri yeraltı ve yerüstü kaynaklarına takviye yapmak amacıyla, başka devletlere saldırması ve onların kaynaklarını sömürmek istemesi sonucu ortaya çıkmaktaydı. Halbuki içinde yaşadığımız tek bir Dünya vardı ve ne yazık ki büyük devletler, tüm insanların evi olan bu ‘Dünya’yı huzursuz ve mutsuz bir yere dönüştürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında da durum böyleydi. Şu anda bizim ülkemiz olan Türkiye, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını oluşturuyordu. Ancak son yüzyılda imparatorluk çok fazla güç kaybettiği için topraklarını diğer güçlü devletlere kaptırmış ve sınırları daralmıştı. Savaşın bittiği 1918 yılının sonunda, elinde avucunda kalan diğer topraklar da savaşı başlatan galip devletlerce paylaşılmak istenmekteydi. Buna göre Türkiye’nin doğusu Ermenilere, güneydoğusu Fransızlara, güneybatısı İtalyanlara, Ege Denizi tarafı Yunanlılara ve İstanbul ve boğazların egemenliği de İngilizlere bırakılıyordu. Devlet Merkezi o zaman İstanbul’du, ama İngiliz kuvvetleri İstanbul’da bulunan devlet yöneticilerini de hakimi altına aldıklarından Osmanlı devletinin elinden bir şey gelmiyordu.

Devlet çaresizdi, ama bir o kadar da iyi yetişmiş askerleri ve subayları vardı. Tek yapılması gereken iyi bir organizasyon ile orduyu tekrar güçlü hale getirmek ve savaşın sonunda bize dayatılan bu paylaşım antlaşmasına başkaldırmaktı.

Bu askerlerin başında Mustafa Kemal Paşa geliyordu. O zaman İstanbul’da bulunan Paşa, devlet yöneticileri ve diğer subay arkadaşlarıyla onlarca kez görüşmeler yapmış, ancak kurtuluşun İstanbul’dan olamayacağına kanaat getirmişti. Bu sebeple bir şekilde Anadolu’ya geçmenin ve Anadolu halkını bilgilendirmenin yollarını arıyordu. O zaman İstanbul İngiliz kuvvetlerinin kontrolü altında olduğu için her isteyen istediği gibi İstanbul’dan çıkamıyor ve İstanbul’a giremiyordu. Bugün nasıl yurtdışına çıkarken o devletin görevlilerinden vize almamız gerekiyorsa, o zaman da İngilizlerden vize alınması gerekiyordu. Bunu bilen Mustafa Kemal, kaçak yollardan Anadolu’ya gitmektense devlet yöneticilerinin görevlendirmesi ile gitmenin işlerini daha da kolaylaştıracağını düşünüyordu.

Beklenen gün gelmiş ve ‘ordu müfettişi’ sıfatı ile Anadolu’ya gönderilmesine karar verilmişti. Elinde müfettiş yetkisi olduğu için de Anadolu’da gerekli emirleri verebilecek, ilgili kimselerle kolaylıkla görüşebilecekti.

Tarih 16 Mayıs 1919’du. İstanbul’da Kız Kulesi açıklarında demirlemiş olan Bandırma vapuru, Mustafa Kemal’i Samsun’a götürmek için hazırdı.

Kendisi gibi asker ve subay arkadaşlarıyla beraber vapura bindiler ve Karadeniz’in dalgaları sularıyla mücadele ede ede tam üç gün sonra, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun limanına vardılar. Bizler bu tarihi ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak kutlamaktayız. Paşa, ilk iş olarak bölgenin ileri gelenleriyle temaslarda bulundu ve halkın ve askerin ne durumda olduğu ile alakalı bilgiler aldı. Ancak haberler iyi değildi; çünkü halk fakir ve bitkin, asker de yorgun ve silahsızdı. Bir an önce ülkenin savunulması, gerekirse yeniden savaşılması, fakat bunlar için de önce askerin giydirilmesi ve silahlandırılması için önlemler almak gerekmekteydi. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa önce Erzurum’da sonrasında da Sivas’ta kongreler düzenleyerek belirli kararların alınmasını sağladı. Bu kararlar içinde en önemlileri, ülkenin bağımsızlığının sağlanması, herhangi başka bir devletin sömürüsü altında kalınmaması, gerekirse tüm imkanlarla son bir savaş verilmesi üzerineydi. Parola da ‘ya istiklal ya ölüm’ idi.

Mustafa Kemal Paşa, kongrelerde alınan bu kararların milletçe de onaylanması ve yürütülmesi için Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açtı. Tarih 23 Nisan 1920’ydi. Bizler bugün bu tarihi ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ olarak kutluyoruz; çünkü dünyada başka hiçbir devlet, çocuklara bir bayram hediye etmemiştir.

Meclis’in açılması ile ülkenin dörtbir yanından seçilen milletvekilleri Ankara’ya gelerek meclis çalışmalarına katıldılar ve bağımsızlığın sağlanması için alınması gereken kararları alıp, kanunları çıkardılar. Bu kanunlardan en önemlilerinden biri ‘tekalif-i milliye’ kanunu idi, yani milli zorunluluklar kanunu. Buna göre Anadolu’daki her aile, geçimi için zorunlu olan ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ellerinde kalan giysilerden, yiyeceklerden, hayvanlardan ve silahlardan fazlasını orduya verecek, devlet bağımsızlığını kazandıktan sonra da tüm verdikleri devlet tarafından kendilerine iade edilecekti.

Anadolu halkı çok büyük bir çoğunlulukla bu emirleri yerine getirdi ve gönüllü olarak ellerinde olan malların bir kısmını orduya teslim ettiler. Gün düşmanlara karşı birlik olma, ülkeyi savunma ve son nefese kadar mücadele etme günüydü. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, o zamanki dedelerimizin, anneannelerimizin ve babaannelerimizin bizler için ne kadar büyük fedakarlıklar yaptıkları anlaşılabilecektir. Çünkü onların ülkelerinden başka gidecekleri bir yer yoktu ve oraları da düşman tarafından işgal edilmeden önce gerekli tüm önlemlerin alınması gerekmekteydi.

İstanbul’da kalmış olup Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yanına geçmek isteyenlere İngilizler tarafından izin verilmiyor, yasal yollarla kimse Anadolu’ya geçemiyordu. Bugün araçlarımızla bir şehirden bir şehire kolaylıkla gidebiliyoruz; ancak o günlerde hem araç hem de bugünkü gibi yollar olmadığı için ulaşım çoğunlukla deniz yoluyla sağlanıyordu. İstanbul’dan kaçan vatanperverler, Ankara’ya, Mustafa Kemal’in yanına gelebilmek için önce gemilerle Kastamonu’nun İnebolu ilçesine geliyor, oradan da çoğunlukla haftalarca yürüyerek Ankara’ya gelebiliyorlardı. İnebolu ile Ankara arasındaki bu yola da ‘İstiklal Yolu’ diyorlardı. İstanbul’dan kaçırılan silahlar ve gönüllü askerler bu yol vasıtasıyla Ankara’ya getirilmeye çalışılıyordu. O zaman Kastamonu yabancı devletlerce resmen işgal edilmediği için İstanbul’un Anadolu’ya açılan tek kapısı burasıydı.

İstiklal yolu İnebolu ile Ankara arasında, dağlardan yürüyerek gidilebilen ve yaklaşık 350 kilometre uzunluğunda, çok zor şartlara sahip bir yoldu. Vatanseverler bu yolu yürümekle kalmıyor, aynı zamanda silahları, mermileri ve hayvanları üzerine koydukları kağnıları çeke çeke ilerlemeye çalışıyorlardı. Erkeklerin çoğu orduya katıldıkları için de bu yolun yolcuları genellikle kadınlardı. Onlar Ankara’ya silah ve mermi taşıyor, bu yolculuk haftalar sürdüğü için de çocuklarını geride bırakamıyorlar ve yanlarında götürüyorlardı. Ancak zorlu hava şartları ve yorgunluk, çoğu insanın Ankara’ya varmadan ölmesine sebep oluyordu.

Bu yolun Sedat isminde küçük bir yolcusu da vardı. Babası Şeref, 1. Dünya Savaşı’nda şehit olmuş, annesi Ergül ile beraber yapayalnız kalmışlardı. O çok küçükken babası vefat ettiği için, onu hatırlayamıyordu bile. Birgün annesi Ankara’ya doğru yola çıkmak üzere hazırlık yaparken, küçük Sedat annesinin yanına geldi ve sordu;

  • Anneciğim, burada düşman yok, biz neden Ankara’ya gidiyoruz?

Ergül, yavrusunun yanaklarını avuçlarına aldı ve alnına kocaman bir öpücük kondurduktan sonra devam etti;

  • Bak Sedat! Henüz İnebolu’da düşman yok, ama buraya gelmesi de çok yakındır. Düşman buraya geldiğinde onlarla savaşacak imkanımızın olması için şu an Ankara’ya yardım etmemiz lazım. Mustafa Kemal ve arkadaşları bizden yardım bekliyorlar.
  • Peki Mustafa Kemal, babamı tanıyor mu anne? Onu hiç görmüş mü? Eğer onu gördüyse, Ankara’ya vardığımızda babamı ona sorabilirim belki. Babamın nasıl cesur bir asker olduğunu Mustafa Kemal bana anlatabilir. Değil mi anne?

Annesi cevap veremiyordu, çünkü ağlamaya başlamıştı. Babasını çok küçük yaşta kaybetmiş Sedat’ın aklından geçenler onu duygulandırmıştı. Sedat’ın da üzülmemesi için başörtüsünün kenarıyla gözlerini sildi ve ağır ağır konuşmaya başladı;

  • Evet oğlum, tabii ki baban çok cesur bir askerdi ve vatanı için savaşırken öldü. Mustafa Kemal muhakkak babanı tanır. Oraya gittiğimizde kendisine sorarız…

Dünyalar küçük Sedat’ın olmuştu. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile evin bahçesinde koşturmaya başlamıştı. İstiklal Yolu’nun zorluğundan ve eğer varabilirlerse Ankara’nın durumundan bir haberi yoktu, ama olması da gerekmiyordu. Annesi onu hayata bağlayan bir şey söylemişti ve o mutlaka Mustafa Kemal’i bulup babasını soracaktı. Hayallerinde, elinde kocaman bir tüfekle düşmanın üzerine üzerine giden kahraman babası, cebinde de Mustafa Kemal’in bir gazeteden kesip sakladığı belli belirsiz bir fotoğrafı vardı. Mustafa Kemal babasından daha büyük bir kahramandı, ama önemli değildi, ikisi de bu toprakların yetiştirdiği korkusuz askerlerdi. Kendi de büyüdüğünde asker olacak, babasının yarıda bıraktığını tamamlayacaktı.

Tarih, 1921 Aralık ayını gösteriyordu. Aniden bastıran kar yolları kaplamıştı. Ergül, köyde bakacak kimsesi olmadığı için çocuğu küçük Sedat’ı da yanına almış, top mermilerinin arasında ona da bir yer ayarlamıştı. Sırtındaki yün yorganı hem mermileri hem de Sedat’ı koruyacak şekilde üzerlerine örttü. Sonra yine kağnı başına geçip “Bismillah” diyerek öküzleri çekmeye başladı. Epeyce yol aldıktan sonra kağnı birden durdu, Kağnıyı çeken öküzler birkaç kez kar ve tipi nedeniyle ilerleyemez olmuşlardı.

Soğuk, dondurucu bir hal almıştı. Ergül, mermilerin ve oğlanın üstüne yorganı iyice sıkıştırdı. Top mermileri hareket edip kayarsa çocuğu ezilebilirdi. Tekrar aceleyle arabanın önüne koşup, öküzleri çekmeye başladı. Nice öne geçenler uzaklaşıp görülmez olmuş, nice arkada kalanlar ona yetişmiş, geçip gitmişlerdi. Kimse kendisine zimmetlenen cephaneyi yerine teslim etmekten başka bir şey düşünmüyordu. Çektiği kağnı tekrar durdu, kara öküz yine yürümüyordu! Hava buz gibi olmuş, Ergül iyice üşümüş, titriyordu.

Düşündüğü tek şey yavrusuna bir şey olmaması ve cephaneleri sapasağlam ulaştırabilmekti. Soğuk, direncini gittikçe kırıyordu; ayağa kalkıp yola devam etmek istese de buna takati kalmadığından yere yığıldı. Artık geç olduğunu anlayan Ergül, son bir hamle ile kazağını da çıkararak cephanelerin üzerine örtmüş, yavrusunun donmaması için ona sıkı sıkıya sarılmıştı. Bir müddet bu şekilde kalıp dinlendikten sonra yola devam edeceklerdi.

Bütün gün kar tipisine rağmen yürüyen ve kayda değer bir yol alan cephane yüklü kağnı arabasını, sabahın ilk saatlerinde, onlardan sonra gelen başka bir kafile bulmuş, ancak gördükleri karşısında şok olmuşlardı. Çünkü Sedat’ın annesi Ergül, sabaha doğru donarak can vermisti.

Arabasındaki kıymetli yükün ve çocuğunun üstüne yorganını örten bu kadının bir elinde övendere, kollarını açarak yorganın üzerine dayanarak kaldığı, görevliler tarafından görülmüştü.

İki çavuş, genç kadının ölüsünü kaldırıp götürecekleri sırada yorganın altından birden bire çıkan bir çocuk kafasını görünce şaşırmışlar ve şehit anayı bir yana bırakarak hemen yorganı kaldırmışlardı.

Gördükleri, otlarla sarılmış top mermileri arasında birleştirilmiş çulların içinde küçük bir oğlan çocuğunun donmaktan kurtulmuş olduğuydu. Sedat askerlere baktı, bunlar mutlaka babasının arkadaşları olmalıydı. Onlara annesinin nerede olduğu sordu. Çavuşlardan uzun boylu olanı;

  • Biz yola devam edeceğiz, annen de uyanınca bize eşlik edecek, hadi gel bakalım koca oğlan,

diyerek Sedat’ı kucağına aldı ve uyuyan annesine son kez dönüp bakarak asker ağabeylerinin yanında yoluna devam etti.

Sedat’ın elini tutan Suat Çavuş, gözleri yaşlı ve ağlamaklı içinden geçirdi;

  • Adları sanları belirsiz nice analar, babalar ve yavrular vardır ki bu kadın gibi cephane taşırken yol boylarında şehit olmuşlardır. Milli Mücadele, işte bu onurlu kararlılığın adıdır. Gözlerini kırpmadan canlarını feda eden, bu toprakları bizlere ‘vatan’ yapmak için uğraşan kahraman şehitlerimizi saygı, minnet ve şükranla anmalıyız…

Sedat ve asker ağabeyleri başka kafilelerle de birleşerek yol almaya devam ediyorlardı. Sedat sıklıkla annesini soruyor, Suat Çavuş da bir şekilde onu geçiştirmeye çalışıyordu. Yaklaşık iki gün sonra, karın doldurduğu bir dağ yolunda, yine kendileri gibi kağnılarla cephane taşıyan bir kadın kafilesine denk geldiler. Kafileye yaklaşıp selamlaştılar. Kendileri kalın yünlerden yapılmış giysilerin altında bile titrerken, tek yorganını mermilerin üzerine örten bir kadının, hem de çıplak ayaklarla karları çiğnediğini fark ettiler. İçlerinde takdirle karışık bir merhamet sızladı. Arkasına sardığı peştemalin içinde iniltiyle hıçkıran bebeğin üzerine bile örtmeden, yorganı neden arabanın üzerine örttüğü sordu Suat Çavuş, kadına. Kadın da;

  • Kar serpiştiriyor, cephane millet malıdır, ıslanırsa bir işe yaramaz, şu an sırtımdaki çocuğun üşümesinden çok daha önemli bunların sağlam bir şekilde Ankara’ya varması. Yoksa bu yolun çilesinin bir anlamı olmaz,

dedi, kadın.

            Suat Çavuş’un gözlerinden yaşlar akarken Sedat da başını kaldırıp çavuşa;

  • Neden ayaklarında bir şey yok? Biz bu kadar üşürken o üşümüyor mu?

diye sordu. Çavuş;

  • Üşüyor evlat, hiç üşümez mi! Ama hissetmiyor. O da senin annen gibi her şeyinden feragat etmiş, Ankara’ya ulaşmaya çalışıyor. Bu fedakarlıkları senin ve senin gibi çocuklar özgür bir ülkede büyüsünler diye yapıyorlar, dedi.

Sedat henüz fedakarlık kelimesinin ne anlama geldiği konusunda pek fikir sahibi değildi, ama ‘vatan, millet, özgürlük, bağımsızlık’ gibi kelimelerle aynı cümle içinde bir anlam ifade ettiğini anlayabiliyordu.

Yollar sanki kısalacağı yere uzuyor, bitmek bilmiyor, dondurucu soğuk ciğerleri yakıyordu. Bir şeyler yemek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için kısa süreli duruyorlar, gece olduğunda da artık yürümekten yorgun düşmüş bedenlerini dinlendirmek için kısa aralıklarla uyumaya çalışıyorlardı. Ancak ne zaman gözlerini kapatsalar yabani hayvanların sesleriyle uyanıyorlar ve tekrar uykuya dalmaları da zaman alıyordu.

Her şey İnebolu sahilinde başlamıştı. Savaşlardan yorgun düşmüş, yitirdiği evlatların acısını yaşayamadan son evladını da cepheye göndermiş bir halkın, ümitsiz, yıkılmış ve terk edilmiş bir halkın ayağa kalkıp yeniden yürüyüşü buradan başlamıştı. Denizden gelen umut sandıkları dağları, en dik bayırları, uçurumları aşıyordu. Yağmur, çamur, kar demeden, düşmana ve dağdaki eşkiyaya aldırmadan kağnılar özgürlüğe koşuyordu. Bu yolda fedakar kadınlarımızın yüksek ruhları sayesinde Türkiye’yi var eden savaş kazanılacaktı. İnebolu’dan Ankara giden bu özgürlük yolunun adı ‘İstiklal Yolu’ydu.

Birinci Dünya Savaşı bitmişti ama Anadolu Savaşları daha yeni başlıyordu. Anadolu’daki bölgesel direniş gurupları ‘Kuvvay-ı Milliye’ adıyla (Milli Güçler) birleşmeye başladı. Nihayetinde düzenli bir ordu da oluşturulmuştu. Sırada Anadolu’daki Yunan işgaline karşı topyekün bir savaş vardı. Yunanlar 15 Mayıs 1919’dan beri Anadolu’yu işgal etmişler ve içerilere doğru ilerliyorlardı. İlk yapılması gereken önce onların durdurulması, sonrasında da komple ülkeden atılmalarıydı. Ancak ordunun cephanesi böyle bir savaş için yeterli düzeyde değildi.

Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları, yabancı dost ülkelerden gelecek ya da İstanbul’daki depo ve atölyelerden kaçırılacak silah ve mühimmatı güvenli bir yoldan Ankara’ya taşımak istiyordu. Bu yol cephane nakli yanında, askerin giyim kuşamı için elbiselerin, yiyeceklerin, gönüllülerin, tıbbi malzemenin de nakledildiği tek yoldu. Bu yol yaz aylarında İnebolu’dan Anadolu’nun içlerine uzanan bir ticaret yolu olsa da kış aylarında bu yoldan ilerlemek ve karlı dağları kağnılarla aşmak imkasız gibiydi.

1919 yılının Mayı ayından itibaren İnebolu hareketlilik kazanmıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’dan yaktığı ateş, Anadolu’yu ayağa kaldırmış, tüm yurtseverler de İnebolu’dan Ankara’ya geçmeye başlamıştı.

            İnebolu’ya cephane gelişi her defasında olağanüstü bür durumdu. Cami minarelerinden, ‘ey ahali! Cephaneler gelmiştir’ diye anons ediliyor, halk da cephaneleri yüklemek için hemen limana koşuyordu. Kıyıya gelenler hep birlikte ve bir elden sandıklara cephaneleri yüklüyor, sandıklar da kağnı ve at arabalarına taşınıyordu. Cephanelerin başına bir şey gelmemesi için alınması gereken tedbirler halka anlatılıyor, cephanelerden ‘kutsal emanetler’ olarak bahsediliyordu.

            Bu tabiiki birkaç kişinin yapabileceği bir şey değildi. Tüm halkın yekün bir şekilde hareket etmesi, hızlı olması, kuvvetli ve sabırlı olması da gerekiyordu. İstiklal Yolu uzundu. Bu yolda doğum yapan kadınlar, ölen kadınlar, çocuklarını bırakmak zorunda kalan kadınlar olmuştu; ama yine de kimse ümitsizliğe kapılmamıştı. Sabır ve metanet en büyük silahlarıydı.

            Bütün bunları Suat Çavuş peyderpey Sedat’a anlatıyor, Sedat da aklına takılan yerler olursa asker ağabeyine sorup cevap almaya çalışıyordu. Bu uzun ve zorlu yolculuğu neden yapmak zorunda olduklarını anlamaya çalışıyordu.

            Sedat’a göre bu çile, yolun sonunda babası hakkında bilgi alabileceği Mustafa Kemal’i ve annesini görmek için çekilebilirdi.

            Günler birbirini kovaladı. Sedat annesine kavuşamadığı gibi özlemi her geçen gün artıyor, merakı katlanıyordu. Kendisine ilk günlerde ‘annen bize sonradan katılacak’ diyenler, şimdi ise ‘annen Ankara’da bizi bekliyor olacak’ diyorlardı. Ama bütün bunların yanında küçük Sedat’ın anlayamadığı bir şey vardı; yolculuk şartları bu kadar zorken annesi nasıl olur da onlardan önce Ankara’ya varabilirdi? Yolculuğun 13. gününde Suat Çavuş’a bunu sordu. Cevabı ağzında geveleyen Çavuş, hem Sedat’ı üzmemek hem de ona güç kuvvet vermesi amacıyla;

  • Annen Mustafa Kemal’in gönderdiği araba ile Ankara’ya çoktan gitmiş, bizi bekliyormuş, diyiverdi. Sedat’a doğruları söylemiyordu, ama onun daha çok üzülmemesi için şimdilik bu şekilde söylemesi gerekiyordu. Sedat için çok üzülüyordu Suat. Ama her ne olursa olsun bağımsızlık kazandıktan sonra devlet mutlaka Sedat için bir şeyler yapardı. Ona şefkat kollarını açar, onu okutur, ileride de ona önemli görevler verebilirdi. Şu an için Suat mühimmatların Ankara’ya naklinden daha önemli bir şey görmüyor, Sedat’ı bir şekilde oyalıyordu.

Bu şekilde yaklaşık iki hafta kadar daha yolculuktan sonra nihayet Ankara semaları görünmüştü. Kırk kadar kağnılı bir kafile birkaç kilometre uzakta şehre giriş yapıyor, şehrin etrafında kafileleri karşılayanlar ateşler yakıyordu. Biraz daha ilerledikleri zaman, mühimmatın şehrin hangi deposuna konulacağını gösteren görevli askerler, Sedat’ın içinde bulunduğu kafilenin Keçiören tarafına doğru gitmeleri gerektiğini söylemişlerdi.

Keçiören… Bu kelimeyi yolda duymuştu Sedat. Mustafa Kemal’in konağının orada olduğunu işitmişti yolculardan birinden. Sevinçten çığlık attı. Yolun daha ne kadar kaldığını heyecanla sordu.

  • Birkaç saate Keçiören’e varırsınız.

Yerinde duramıyordu Sedat. Hem yaklaşık yirmi gündür görmediği annesini görecek, hem de kahramanı Mustafa Kemal’e kavuşacaktı. Yüreğinde kuşlar uçuşuyordu sanki.

            Heyecanla dolu birkaç saatin sonunda Keçiören’deki mühimmat deposuna gelmişler ve zaiyatsız bir şekilde, yaklaşık bir aydır taşıdıkları tüm mühimmatı depoya koymuşlardı. İşleri daha bitmeden Suat ağabeyini darlamaya başlamış, bir an önce onu annesinin yanına götürmesi için yalvarıyordu Sedat. Sonunda yorgun düştü ve Suat Çavuş onu deponun yanındaki küçük bir yatakhanede, kendi kadar küçük bir karyolaya uzandırdı.

  • Sedat, sen şimdi uyu. Uyandığında seni Mustafa Kemal’e götüreceğim. Annenin yerini de o bize söyler, dedi.

Sedat uyumuştu uyumasına ama Suat’ın çocuk uyanana kadar acilen bir şeyler yapması gerekiyordu. Hiç zaman kaybedetmeden Mustafa Kemal’in konutu olduğunu bildiği Ziraat Mektebi’ne gitti. Amacı, en azından Sedat’ı Mustafa Kemal’le görüştürmekti. Annesinin durumunu Mustafa Kemal bir şekilde Sedat’a izah ederdi.

Mektebin kapısına vardığında durumu görevli askerlere anlattı ve çocuğu alıp buraya getirirse Mustafa Kemal’in kendilerini görüp göremeyeceğini sormalarını istedi. Yaklaşık yarım saat sonra yanına gelen askerin yüzü gülüyordu. Kendisinin tekrar depoya gitmesini, Mustafa Kemal’in birkaç saat sonra oraya uğrayacağının haberini veriyordu Suat Çavuş’a. Çavuş çok mutlu olmuştu. Heyecandan ölecek gibiydi. Hem o da Mustafa Kemal’i ilk kez görecek, hem de Sedat’ı az da olsa mutlu etmenin hazzını yaşayacaktı. Koşarak geldiği depoya geri gitti ve mühimmatların yerleştirilmesi işlerine yardımcı olmaya çalıştı.

Aradan birkaç saat geçmiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Tok sesli bir askerin, ‘Dikkaaat! Komutan burada!’ diye bağırmasıyla herkes hizaya geçmiş, kimin gelmekte olduğunu meraklı gözlerle bekliyorlardı. Az sonra dört kilişik bir subay ekibi ve beraberinde beş askerle Mustafa Kemal Paşa göründü. Sedat çoktan uyanmış, asker ağabeylerinin yanında vakit geçiriyordu. Görür görmez tanıdı kahramanını. Hemen yanına koştu ve cebinde sakladığı resimin çıkardı.

  • Bu sensin! Mustafa Kemalsin sen! diye bağırdı.

Küçük Sedat’ı eğilip kucağına aldı Paşa.

  • Sen de İstiklal Yolu onbaşısı Sedat olmalısın. Asker ağabeylerin çok bahsetti senden,

derken, daha oracıkta ‘onbaşı’ rütbesini vermişti Sedat’a. Amacı onun da kendisini bir asker gibi hissetmesi, yaptığı fedakarlıkların bilincinde olmasını sağlamasıydı.

  • Ben onbaşı değilim, buradaki Suat ağabeyim onbaşıdır, diye cevap verdi Sedat, eliyle Suat’ı gösterirken.

O esnada Mustafa Kemal de Suat’ı gördü ve eliyle ‘buraya gel’ der gibi bir işaret yaptı. Az sonra Suat Mustafa Kemal Paşa’ya en yüksek sesiyle tekmil veriyordu.

  • Rahat, asker! diye emir verdi Paşa. Devam etti;
  • İnebolu’dan gelen Onbaşı Suat sen misin?
  • Evet komutanım.
  • Kaç günde geldiniz?
  • Bir ayı buldu komutanım.
  • Zaiyatınız nedir?
  • Cephanelikte zaiyat olmamakla beraber, 3 sivil, 2 asker, 5 de büyükbaş hayvan kaybettik komutanım.
  • Anladım çocuk. Peki Onbaşı Sedat’ın annesi nerededir?

Soruyu anlamamış gibi cevap veremedi Suat Onbaşı. Çaresizlik içinde Paşa’nın gözlerine baktı, ama sanki Mustafa Kemal’in bir planı vardı, tebessüm ediyordu paşa. Soruyu Sedat’ın da duyabileceği şekilde tekrarladı;

  • Onbaşı Sedat’ın annesi nerededir?
  • Bizden önce Ankara’ya gelmiş komutanım.

Paşa, halen kucağında olan Sedat’ı yere bırakırken, – bak gördün mü, annen de buradaymış. Onu elbette sana getireceğiz. Ancak ondan önce yapılacak çok daha önemli işlerimiz var, sen de bu süre zarfında bana yardımcı olacaksın, anlaşıldı mı Onbaşı Sedat?

            Gözleri sevinçten fırlamış küçük Sedat da – anlaşıldı komutanım, diyerek elinde tuttuğu fotoğrafı tekrar cebine koydu ve hazır ola geçti. Sanki doğuştan askerdi, asker gibi yetişmişti de kendinden beklenmeyecek çeviklikte hazır hale gelmişti askerliğe.

            Mustafa Kemal Paşa, sonradan yanına gelen ve ‘Halide Hanım’ diye seslendikleri bir kadına Sedat’ı yanından ayırmaması gerektiği talimatı verdikten sonra oradaki tüm asker ve sivillere döndü. Tam ciddi bir şekilde konuşmaya başlayacaktı ki, Sedat tekrar araya girerek;

  • Komutanım, annem diyor ki babam da senin askerinmiş, seninle savaşmış ve şehit düşmüş, sen tanır mısın babamı? Bana anlatır mısın?

Mustafa Kemal afallar gibi oldu. Çocuğun annesi Ergül’ün İstiklal Yolu’nda şehit düştüğünü askerlerden öğrenmişti ama babası ile ilgili bir şey bilmiyordu. Yine de bozuntuya vermeden sordu;

  • Kimdir senin baban, onbaşı? Adı nedir, nerede savaşmıştır?

Asker ciddiyetini bozmayan Onbaşı Sedat, birkaç cümleyle cevapladı;

  • Şeref’ti adı. İnebolu’nun Ersizler Köyü’nden. Ali Haydar oğlu Şeref. Ben de Ali Haydar oğlu Şeref oğlu Sedat. En son Diyarbakır’da savaşmış babam.

Mustafa Kemal bu açıklamadan çok memnun kaldı. Yüzü tebessümle doldu. Hem çocuğun kendisinden beklenmeyen bir edayla cevap verişi hem de rahmetli babasının şehit düştüğü yerin Diyarbakır olması hoşuna gitmişti Paşa’nın. O da Paşalık rütbesini 1916 yılında Diyarbakır’da eski Ruslarla savaşıp oraları kurtardıktan sonra almıştı. Hiç tereddüt etmeden;

  • Babanla beraber Diyarbakır’da savaştık. Baban çok cesur bir askerdi. Karşısında kimse duramazdı. O ve onun gibiler olmasaydı, savaşı kazanmamız kolay olmazdı, dedi.

Sonra usulca eğildi Sedat’ın boyuna kadar ve yine usulca devam etti; – babanla alakalı konuşmamıza sonra başbaşa devam ederiz evlat, olur mu? diye sordu.

Soru cümlesiymiş gibi görünen ama aslında Paşa’nın bir emir olduğu açıkça ortada olan bu yanıttan sonra cevap vermedi Sedat, sadece ‘olur’ anlamında başını salladı.

            Akabinde Halide hanım Sedat’ı aldı ve Paşa’nın geldiği istikamete doğru yürümeye başladılar.

            Az önce planladığı konuşmasını yapabilirdi artık Mustafa Kemal Paşa. Kendisini hazırolda bekleyen topluluğa döndü;

  • Hepiniz, evlerinizi, ailelerinizi bırakıp buralara geldiniz. Vatan toprağının her bir karışı bizim evimizdir. Yakında çetin savaşlar başlayacak, kayıplar vereceğiz; ancak unutmayın ki bunlar salt birer kayıp olmayacaktır. Vatan dediğimiz muhaddes anamız, bu kayıplarımızın üzerinde yükselecektir. Görüyorum ki çoğunuz kadınsınız. Haftalarca yol yürüyerek buraya, bizlerin yanına geldiniz. Erlerinizin çoğu savaşlarda öldü, kocasız, babasız kaldınız. Sizin de savaşınız budur. Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim’ diyemeyecektir. Ben sizden razıyım, sizler de bizden razı olunuz..’

Aradan tam on beş yıl geçmişti. Bir zamanlar Türkiye’nin düşmanı olan Fransa’nın başkenti Paris’te hukuk eğitimi almakta olan bir Türk gencine hitaben, öğretmeni;

  •  Mösyö Işıldar, eğitiminizin sonuna geldiniz. Buradan mezun olduktan sonra Paris’te, bu okulda hoca olarak kalmak ister misiniz?

Mösyö Fransızca bir tabirdi ve beyefendi demekti. Bay Işıldar, o zamana kadar ki tüm kaybedişlerini, tüm kazanımlarını, tüm zorluklarını ve aynı zamanda tüm hayallerini o kısacık anda gözünün önünden geçirdi. Öğretmenine vereceği cevap, kendi gibi zorlukları yaşamış tüm öğrencilere örnek olacaktı. İyice düşündü, taşındı… ve konuşmaya başladı;

  • Çok değerli öğretmenlerim, öğrenci arkadaşlarım. Ben Sedat IŞILDAR. Benim ülkem ile Fransa bir zamanlar savaş halindeydi. Biz uzun süreler birbirimizle savaştık. Ancak o zaman adı henüz Mustafa Kemal Paşa olan o kahraman, düşman olarak kovduklarını, ATATÜRK olduktan sonra dost olarak kabul etti. Fransa halkı da şu an bu dostlardan birisidir. Atatürk benim babamdır. Ben babasız büyüdüm ve kısa bir süre sonra annemi de kaybettim. O yokluğun içindeki devlet bana sahip çıktı, beni bağrına bastı ve okuyup memleketime faydalı bir birey olabilmem için beni taa Fransa’ya gönderdi. Ben yıllardır buradayım. Hepinize bu misafirperverlik için çok teşekkür ederim. Ancak artık gitmemin zamanı gelmiştir. Zaman, memleketime dönüp orada faydalı işler yapma zamanıdır. Soyadım gibi IŞILDAMA zamanıdır. Annem, babam, İstiklal Yolu şehitleri ve yüce Atatürk benden bunu bekler. Umarım bir daha savaşlar olmaz. Çünkü savaşlar en çok da çocukları üzer…

                                                       SON

 Av. Erman IŞIDI

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.