Şehir, eski dokusuyla hâlâ ayakta duruyordu. Rüzgâr, taş sokakların arasından geçerken eskiden burada yankılanan çocuk seslerini getirmeye çalışıyordu ama başarıya ulaşamıyordu. Mehmet, eski ahşap kapıyı açtığında, zamanın içeriye ne denli sinsice sızdığını fark etti. Raflarda hâlâ annesinin koyduğu porselen tabaklar vardı; eski radyosu, çalmasa da bir köşede duruyordu. Ama artık burası, ev değil; sadece bir hatıra deposuydu.
Bir zamanlar var olan, ona ait olan neydi? Şu kahverengi kanepe mi? Annesiyle birlikte çay içtikleri pencere kenarı mı? Peki, yitirdiği neydi? Anıların içindeki dokunuş, seslerin sıcaklığı, bir evin içinde hissedilen o tarifsiz güven duygusu… Mehmet, raflardan bir kitabı aldı. Kapağını açtığında içinden bir fotoğraf düştü. Küçükken babasıyla çekildiği, gözlerinde o saf sevinç olan eski bir kare. Eğilip aldı, uzun uzun baktı. İşte burada, var olan ve artık yitip giden arasındaki o ince çizgi vardı. Gözlerini kapadı. Rüzgâr yeniden sokaklardan geçti, ama bu kez sadece taşları değil, anıları da taşıyordu.
Mehmet, eski evin kapısını araladığında içeriye sinmiş zamanın kokusunu hissetti. Odanın köşesinde duran kanepe, yıllardır kullanılmayan eski masa, perde arkasında unutulmuş bir çift terlik… Hepsi ona bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Ama sesleri tam duyulmuyordu; sadece bir gölgenin geride bıraktığı yankılar vardı. Mutfak tezgâhına dokunduğunda parmaklarının ucunda eskiden orada olan şeyleri hissetti. Annesinin çay koyarken bıraktığı parmak izleri artık kaybolmuştu, ama Mehmet onları hatırlıyordu. Çayın sıcaklığı, annesinin sesi, mutfakta dönen hayat… Hepsi vardı, bir zamanlar. Şimdi ise sadece boş bir tezgâh, bir unutulmuş sandalye ve geçmişe gömülü hatıralar.
Raflardan bir kitap aldı. Kapağını açtığında arasından bir fotoğraf düştü. Eğilip aldı, uzun uzun baktı. Çocukken babasının yanında durduğu kareydi bu; gözlerinde saf bir mutluluk. O an, geçmişin ona nasıl dokunduğunu hissetti. Bir zamanlar her şey vardı—ev, aile, kahkahalar. Şimdi ise, var olanın ne olduğu ile yitip giden arasındaki ince çizgi kalmıştı. Mehmet, fotoğrafı yerine koymadı. Onu avucunda sıkıca tuttu, sanki bıraktığında tamamen kaybolacakmış gibi. Sessizlik odanın içine iyice yayıldı. Rüzgâr, perdeleri hafifçe oynatırken eski günlerin izlerini taşımaya çalışıyordu. Ama zaman, hatıraları içinde saklıyor; bazı şeyleri geri getirmeyi reddediyordu.
Bir adım geri çekildi. Derin bir nefes aldı. Ev aynıydı, eşyalar aynıydı, sokak aynıydı—ama o artık eskisi gibi değildi. İnsan büyüdükçe kaybetmeyi öğreniyor muydu, yoksa kaybettikçe mi büyüyordu? Mehmet, fotoğrafı cebine koydu ve kapıyı arkasından usulca kapattı.
Rüzgâr, bir kez daha sokaklardan geçti. Ama bu kez sadece taşları değil, anıları da taşıyordu alıp giderken.
Mehmet, adımlarını ağırlaştırarak sokağın taşlarına baktı. Gökyüzü, geçmişi anlatan gri bir tuval gibi üstüne eğiliyordu. Evden çıkmıştı ama taşıdığı yük, kapının ardında kalmamıştı. Sokağın köşesinde eskiden her sabah uğradığı fırın vardı. Çocukken babasının elini sımsıkı tutarak geldiği yer burasıydı. O günlerden kalan ekmek kokusu hafifçe havada dolanıyordu ama içeride tanıdık bir yüz yoktu artık. Şimdi, ellerini cebine sokarak durmuş, fırının camından içeriye bakıyordu. İnsan bazı yerlere geri dönse bile, oraya tam anlamıyla ulaşabilir miydi? Bir zamanlar var olan neydi? Babasının ona aldığı sıcak simit, sabah mahmurluğunda duyduğu neşeli fırın sohbetleri, evde kahvaltıya yetişme telaşı… Peki, yitirdiği neydi? Elini tutan o sıcak avuç, telaşla yapılan sohbetlerin yerini alan sessizlik, bir sabahın artık sadece bir sabah olması…
Mehmet, gözlerini camdan çekip yürümeye devam etti. Şehrin sokakları ona kendi hatıralarını anlatıyordu ama hikâyeler eksikti. Eksiklik, kaybın geride bıraktığı en büyük şeydi. Bir banka oturdu. Önünden geçen insanların yüzlerinde kendi geçmişini arıyordu. Acaba onların da yürürken yanlarında sessizce taşınan hikâyeleri var mıydı? Sessizlik içinde, avucunda hâlâ sıkıca tuttuğu fotoğrafa bakarken, zamanın kaybolan ama içinde yankılanan yönünü fark etti. Bütün kayıplar sessizdi. Ama sessizlik, hiçbir zaman gerçekten sessiz değildi.
Mehmet, fotoğrafı avucunda sıkarak başını kaldırdı. Gözleri sokaktaki insanlara takıldı. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu, bazıları aceleyle yürüyordu, bazıları telefonda konuşuyordu. Ama onların içinde, kendi geçmişini aramaktan vazgeçemediğini fark etti. Bir anlığına kalabalığın içinden bir yüz ona tanıdık geldi. Belki sadece zihninin ona oynadığı bir oyundu. İnsan kaybettiği şeyleri bazen yabancı yüzlerde arardı. Bir an için, yıllar önce babasının ona seslendiğini sandı. Ama kimse ona dönüp bakmadı.
Mehmet ayağa kalktı, yürümeye devam etti. Yollar ona anılarını fısıldıyordu. Parkın köşesinde, çocukken annesiyle oturduğu banka yaklaştı. Eskiden burada kahkahalar vardı. Şimdi ise sadece rüzgârın oynattığı birkaç solgun yaprak vardı. Elini banka koydu. Ahşabın yüzeyi pürüzlüydü, ama ona tanıdık geldi. Buraya yıllar önce dokunmuştu. Bir zamanlar var olan şeylerin, yok olduktan sonra bile izlerini taşıdığını fark etti.
Mehmet başını eğdi. Fotoğrafı cebinden çıkardı. Babası ona bakıyordu, çocukken çekilmiş bir karede donup kalmıştı. İnsan, geçmişin içine hapsolmuş karelere ne kadar uzun süre bakarsa, o anları geri getirme umudu o kadar büyüyordu. Ama zaman, geri dönmüyordu. Banktan kalktı, ağır adımlarla yürümeye devam etti. Kaybın ağırlığını artık taşımıyor gibi görünse de, onun gölgesi her adıma eşlik ediyordu. Günün son ışıkları sokaklara vuruyordu. Mehmet, evine dönmek için adımlarını hızlandırdı. İçinde, taşımaktan asla vazgeçemeyeceği sessiz hatıralarıyla…
Mehmet Aluç