Bir hicazkâr şarkıyla yıkanmıştı oysa ruhum,
“ey İbrahim/ruhumu put sanıp da kıran kim?”
Mecnun’un yürek yangınlarından da Leylâ’nın haberi yoktu desem, yalan mı söylemiş olurum bilmiyorum. Sahtelerin yazılı belgesiymiş şu telefon rehberimiz. En zor anımızda göremiyorsak bir dost yüzünü, bir tel numarasını… Yani gül-geç salıncaklarında eğlen ey gönül bu vakit!
Şu çok değerli olarak gördüğüm yaralı kuşa olan muhabbetimi ve ona olan saygımı keşke bir suç gibi gizlemiş olsaydım diyorum kendi kendime. Göstermiş olduğum bu dostluğa vefâya dayanamadı işte gördün mü? Charles Bukowski bir zamanlar kulağıma eğilip demişti ki: “Bu kadar iyi niyetli olma, en yakın sandığın vefâsız çıkabilir ve sizi düşmanlarınız değil de dostlarınız yıkabilir.”Haydi, gönül bu vakiiit… Yani geç ve gül!..
Heeeeeeeey, alnımdaki sineği baltayla kovalayan sevgili; şu parkın sokak lambaları saat kaçta sönüyor biliyor musun sen ha?! Temiz bir nefes dileğimdir senden ey Tanrım!.. Vefâ, vefâ deyip durma karşımda. Vefâ; hatırlamayı bilenler için vardır herhalde. İnan ki yine de şanslısın, vefâsız diyebiliyorsam sana; demek ki bir zaman sevilmişsindir. Baksana buraya kuzum ümit, orada ne bekliyorsun ki yalı kazığı gibi? Hadi gel içime gir! Biz eski dostuz öyle değil mi? Bizim diğer adımız “vefakâr”dı, sanki bir dua sonrası verilen sözdük biz! Şimdi salıncaklarında eğlen bu vakit ey gönül!..
Her bir pârem sanki birine vurgun gibi bu mevsim. Kendi dünyamın yalnızı mıyım, yıldızı mıyım seni hiç mi hiç ilgilendirmez.Gönlümün ipek yollarından geçen kervanlar ruhuma navruz dikiyor bak. Elini ver de elime,diline çiçek değsin… Ben şairim;“ağlarım ağlatamam/ hissederim söyleyemem”… Her pâremi sorma emi, her pârem benim artık senden öte/beri! Düşlerimi delirten yarınlar benim. Bir mısra boyu, hatta dört elif miktarı hevesim, mâceram benim işte. Sen çatla ey gönül? Vakit bu haydi!
Yüreğimdeki şu liman beni korumaz sanıyorsun dalgalarından öyle değil mi? Sen öyle san! “Çok geçtim bu sulardan şu burundan şu koydan, nasıl yadırgar beni yüreğimdeki liman?” Senin var yaaaaaaa, o dar vaktine, uyduruk sadâkatine hiç de ihtiyacım yok anladın mı? Hem öperken, kokunu içime çekmemişim ki, seni beklemelerde sızlamıyor bak burnumun direği. Giderken demiştin ki hani: “Allah’a emânet ol…” Zaten başka kimim var ki?!
Ulan manyaaaak;
“Seviyorsan bugün sor bugün ara ..!
Öyle ya; yarına
Kim öle kim sağ kala…”
Mutsuzluğumun rengi mor imiş! Öyle dedi bir bilici bilik… “Sebebi” dedim,gözaltlarımı gösterdi sırıtarak! Ve Cahit Sıtkı girip araya dedi ki: “Bir kere sevdâya tutulmaya gör; ateşlere yandığının resmidir. Âşık dediğin, Mecnun misali kör; ne bilsin âlemde ne mevsimidir…” Eşlik ettim!
Şimdi; Attila İlhan olup mısralarda, desem ki: “Nasıl da sevdim ne iştir bilmeden sevmeyi…” Haksız mıyım yani bunca vefasızlıktan sonra? Ey özü demir olan Asaf Efendi; bazılarının da benim yanı başımda ederi kalmadı biliyorsan eğer. Bana da “KAÇA” deseler,ben de senin gibi “HİÇE” sayarım billâhi!..
Vakit ey bu gönül!..
Öykümüz mü? Dallı kavak öyküsü…