Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
4°C
İstanbul
4°C
Hafif Yağmurlu
Perşembe Hafif Yağmurlu
5°C
Cuma Hafif Yağmurlu
8°C
Cumartesi Hafif Yağmurlu
7°C
Pazar Hafif Yağmurlu
7°C

55YAŞINDA BİR ÇOCUĞUN ÖYKÜSÜDÜR BU

55YAŞINDA BİR ÇOCUĞUN ÖYKÜSÜDÜR BU
4 Şubat 2025 12:33
8
A+
A-

*iyi ki doğmuşum ve iyi ki sizleri tanımışım.

Kocamustafapaşa’da bir apartman, apartmanın çatı katında rutubetli küçücük bir ev, evin oturma odasında eski bir divan, eski divanın üstünde ben. Daha çok küçüğüm ve yaralarımı sayacak kadar büyümemişim.

Her akşam, uyumadan önce, annem bana yastığımı öptürüp “Ya Hızır, zor anımda yetiş, beni yalnız bırakma.” demeyi öğretiyor. Neden bunu söylemem gerektiğini soruyorum. “Kendini yalnız hissedip korkmazsın.” diyor. Sonra annem ışığı söndürüp odadan çıkıyor. Ama annem bana yalnızlıktan bahsedene kadar, ben yalnızlığı bilmezdim. Çünkü ben odadaki sandalyeyi, kutudaki oyuncakları, itinayla katlayıp yatağın kenarına koyduğum elbiseleri, üstümdeki yorganı, camdan görünen gökyüzünü, yıldızları ve dolunayı arkadaşlarım sanırdım.

O gecelerden soran, annemin bana öğrettiği o tılsımlı sözü ve yalnızlığı elli beş yıl taşıdım, nereye gittiysem beraberimde götürdüm. Kimilerine göre saçma, kimlerine göre gericilik, kimilerine göre gereksiz, kimilerine göre…

Hiç umursamadım.

Diğer umursamadığım şeyler gibi.

Ben hep burnumun, aklımın ve kalbimin dikine yaşadım. “Elalem ne der?” benim sözlüğümde hiç olmadı. Toplumun sormadan ve sorgulamadan kabul ettiği ne varsa, ben sordum, sorguladım.

Tamam, sırtımı birilerine, bir yerlere yaslayarak yaşamak işimi kolaylaştırır ya da bir zümreye, bir örgüte, bir topluma ait olma durumu beni daha çok bilinen bir yazar, daha parmakla gösterilen bir pedagog, daha iyi tanınan bir tiyatrocu ya da ne bileyim daha başarılı bir isim yapabilirdi ama diyorum ya, bütün bunlar beni iyi bir insan değil, sadece sıradan “etiket” yapardı. Oysa benim derdim etiket değil iyi bir insan olmaktı ve iyi bir insan ancak kendi olabiliyorsa özgürleşiyordu. Zamanla yalnızlığımı tek başınalığa dönüştürmeyi başardım. Yalnızlık tecrit, tek başınalık tercihdir!

Daha çok küçüğüm. Yaralarımı sayacak kadar büyümemişim bile.

Kocamustafapaşa’da bir apartman, apartmanın çatı katında rutubetli küçücük bir ev, evin oturma odasında eski bir divan, eski divanın üstünde ben.

***

Hepimiz eder ile keder arasında seçim yapıyoruz. Eder’i seçenler, keder’i seçenler… Kimileri birilerinin sipariş verdiği hayatları üstleniyor, kimileriyse, anlamsız görünse, önemsiz sayılsa da, hayat denilen bu sahnede kendi rolünü oynuyor. İşte, ben onlardanım; Kendi rolünü oynayanlardan. Seviyorum bu rolü.

“Öylesine, sıradan bir adam!” Herkesin kendini “özel” hissettiği bu alemde “öylesine sıradan” olmanın tadını çıkarıyorum.

Dedim ya, yanılgılarım, yangınlarım, yenilgilerim, zaferlerim, pişmanlıklarım, aptallıklarım, hatalarım, günahlarım, sevaplarım, gülüşlerim, gözyaşlarım, öldürdüklerim, beni öldürenlerim, yaralarım, sancılarım, sevdalarım, kadınlarım, dostlarım, düşmanlarım… Hepsi gelip geçer sanıyordum ama hiç kimse, hiçbir şey gelip geçmiyor. Her şeyden ve herkesten bir yara var içimde bir yerlerde. Ben yaralarımı da seviyorum.

Çocukken, şimdiki gibi abuk subuk şampuanlarla değil, sabunla yıkanırdım. Kurunduğum havlu detarjan değil, lavanta kokardı. İnsanları severdim, insanlara güvenirdim o vakitler. En önemlisi umudum vardı benim. Sanki hepsi azalıyor zamanla ve ben ne zaman bir boşluğa düşsem, saldırıya uğrasam, çakallar, çiyanlar, kurtlar peşime düşse ve ölümün ayak seslerini duyar gibi olsam, annemin bana öğrettiği o tılsımlı sözü mırıldanırım. “Ya Hızır, zor anımda yetiş, beni yalnız bırakma.”

***

1980li yıllar.

Arkadaşlarla okulun bahçesinde toplamış, 2000 yılını konuşuyoruz… 2000 yılı bize o kadar uzak ki, kurduğumuz cümleler hayallerimize yetişemiyor. Arkadaşın biri heyecan içinde “İkibin yılında uçan arabalar üretilecekmiş oğlum, dayım söyledi. Sonra bir de insanlar aynı anda üç beş yerde birden olabileceklermiş.” diyor. Biz ağzımız açık arkadaşı dinlerken zil çalıyor ve biz gerçeğimize, sınıfımıza geri dönüyoruz.

***

O vakitler su gibi aktı gitti.

O hayallerimizdeki 2000’i bile geride bırakalı çok oldu. Uçan arabalar heniz yok. İnsanlar da aynı anda üç beş yerde olamıyor. Hatta anı yaşayan insan sayısı bile o kadar az ki. Dünün pişmanlıkları ve yarının kaygıları derken, içinde bulunduğumuz anı yaşamaya vaktimiz kalmıyor. İşte bizim “eskiye hasretimiz” de tam burada başlıyor. Çocukluğumuzu kaybettiğimiz yıllarda. Aslında derdimiz yaşlanmak değil, mesele yaşayamadan yaşlanmak!

***

55 yaşına girdim, daha doğrusu 55 yaşında çocukluğa devam. Meselâ, masallara inanmaktan vazgeçmedim ben. İnatçıyım, düşlerim var, hayaller kuruyorum. Sonra, ağız dolusu gülebiliyorum halen. Ha, bir de salya sümük ağladığım da çoktur.

Bir sabah uyanıyor, dünyayı kurtarıyorum, ertesi sabah kendi elimden tutup ayağa kaldıracak gücü bile bulamıyorum.

Meselâ, bıkmadan usanmadan aşık oluyorum.

Şarkılar söylüyorum berbat sesimle.

Geceleri yalnız kalmaktan ve karanlıktan korkuyorum.

Babamı özlüyorum.

Annemin dizlerinde uyumak istiyorum.

“Sadece ben rahat etmeyeyim. Gücüm yettiğimce, gönlüm yettiğince, ihtiyaç duyana el, ayak olayım, derman bulayım.” diyorum.

Boyumdan büyük işlere kalkışıyorum.

Kalbi olmayan ne anlasın, nasıl anlasın beni?

“İnsan durup dururken neden birilerine yardım etsin ki? Kesin bunun bu işten bir çıkarı vardır.” deyip linç etmeye kalkanlar oluyor. Sadece beni değil, annemi, babamı, eşimi, çocuklarımı, dirilerimi, ölülerimi, mücadelemi, inancımı ve en çok da umutlarımı… Geçenlerde biri sosyal medyada çocuklarıma tecavüz etme hayalini paylaşmıştı. Üzüldüm. Yoo, edilen söze değil, bunu yazanın zavallılığına, ne kadar sevilmemiş olduğuna, travmalarına, içinde taşıdığı öfkeye, gaddarlığına, insansızlığına, vicdansızlığına ve boş yere oksijen tüketiyor olmasına üzüldüm.

İnanın, böyle çocuk kalmasaydım ve sevenlerim yani sizler olmasaydınız, bunlar beni çoktan parça parça etmişlerdi. Sizin o şartsız, koşulsuz sevginiz ve yoldaşlığınız benim en büyük dayanağım. Ben ne vakit “Yetiş Ya Hızır !” desem, siz hep benim yanımdasınız.Sizler benim Hızır’ımsınız. Varlığınıza bin şükür!..

***

Süleymaniye Doğum Evi…

Ahşap harabe bir gecekondu…

Kış kıyamet bastırınca, Erzincan’dan gelen nineler, dedeler…

Ve Fatih’te, cadde üzerinde, arabaların ortasında gökyüzüne bakarak dönen çocuk… Sonra bir kamyonet ile Kocamustafapaşa… Uyku Dede Türbesi, ilkokul, ortaokul, çamurlu yollar, sokaklarda arkadaşlar, oyunlar, hayaller, konu komşu, eş dost, sevinçler, üzüntüler, bayramlar, lunapark heyecanı, ilk aşk, ilk göz ağrısı… Annenin cevizli keki, babanın cebindeki gofret, üç tekerlekli kırmızı bisiklet, erken gelen ölümler, geç kalan mutluluklar… Pazarda satılan su, yağ, şeker kuyrukları, ihtilal, jandarmalar, polisler, tanklar, tüfekler arasında büyüme korkusu…

Altımermer Caddesi üzerinde, bir pasajda, merdiven altında, babanın çay ocağı, sonra Beşiktaş, sonra Çemberlitaş, Ölçü İş Hanı’nda başka bir çay ocağında umut yolculuğu. Elde tepsi “Var mı çay isteyen…” Dikiş tutmaz iş denemeleri; triko atölyesi, iç çamaşırı dükkanında, kumaş mağazında, kazakçı bir abinin yanında tezgâhtarlık… Sirkeci Büyük Postane karşısında spor malzemeleri satan bir mağazada geçen iki koca yaz…Sonrai İşportaya mı çıkmadım, pazar tezgâhları başında mı bağırmadım,

Parasız kalınca, Bakırköy’de, bir kaldırımlarda, kitaplarımı mı satmadım…

Artık ne alakaysa, üç arkadaşla, Bakırköy’de Hardrock kafe açan yine ben. İpek eşarp boyayan, matbaada çalışan, sokak sokak dergi dağıtan, gazete muhabirliği yapan, kitap pazarlayan, çoktığı ilk tatilde parasız kalınca, küçük bir disko önünde koruma olan, anketörlük yapan yine ben…

Bir de, halk oyunları, dernekler, illegal eylemler, yeşil parkalar, botlar, takip edilmeler, göz altına alınmalar, devlet güvenlik mahkemesi…

Ve 25 Ekim 1995’de, yağmurlu bir sabah başlayan mültecilik…

Ölen yoldaşlar, dönen yoldaşlar… Oyunculuk, yönetmenlik, oyun yazarlığı, radyo’da genel yayın yönetmenliği, radyo tiyatrosu,

pedagogluk, aile danışmanlığı, eğitim danışmanlığı…

Kitaplar, oyunlar, imza günleri,

İstanbul’dan Batman’a, Erzincan’dan Ankara’ya, Van’dan Trabzon’a dayanışma çalışmaları… Odun, kömür, erzak…

Kapı, çerçeve, soba… “1 Euro’n var mı?”… Şair dilenciliği…

Hükümete laf etmişim bir de.

İhbar…

Gözaltı…

Kodes…

Sonra, sevenler, sövenler…

direniş, zafer…

Şimdi, hiç dil bilmeden geldiğim ülkede, iki okul bitirip, çocuklarla, gençlerle ve ebeveynlerle çalışıyorum. Almanya’nın en büyük ve saygın kuruluşlarından biri olan AWO’da on yedinci yılımdayım ve öncesiyle beraber otuz yılımı pedagojiye vermişim. Ne de iyi etmişim…

Bir tiyatro ekibim var. Oyuncuların hepsi birbirinden şeker.

Sosyal medyada ve gerçek hayatta erkeklerden çok kadınlar tarafından seviliyor ve sayılıyorum. Bu sevgi de başım gözüm üstüne.

Siyasi durumlar hariç hakkımda açılmış tek bir dava yok. Siyasi sorunlar da benim madalyam!

***

Bir zamanlar, beni günahı kadar sevmeyen bir akrabamız vardı. Yalan yok, ben de onu hiç sevmezdim. Birbirimizden haz etmemek için sebep çoktu. işte, bu akraba, paragöz, çıkarcı, içten pazarlıklı ve gelene “ağam”, gidene “paşam” diyen, çok acayip bir herifti. Malı ve mülküyle toplumda yer bulmaya çalışır ve her fırsatta çevresindekileri parasıyla dövmeye kalkardı. Çok kez benim için ortak tandıklarımıza “Boşverin o Kürtçüyü! Bu yaşa gelmiş, işi gücü, siyaset yapmak, topluma fitne sokmak. Eşek kadar olmuş ama bir evi bile yok.” demişliği de vardı. Arada bir, onun bu dediklerini bana yetiştirip de “Tamer, senin şu akraba yine senin için böyle böyle dedi.” falan diyenler olur ve “Neden bu adam seni sevmiyor?” diye sorarlardı. Ben de onlara “Bunda şaşılacak bir durum yok dostlar” derdim. “Bu şahsın beni sevmemesi, benimle aynı masalarda, sohbetlerde, eylemlerde olmaması, hatta hakkımda ileri geri laf etmesi, benim açımdan gurur duymam gereken bir durum. Aksine, ne zaman bu herif beni övmeye başlar, işte o zaman ben kendimden ve gittiğim yoldan şüphe ederim.”

Yıllar geçip gidiyor ama bu düşüncemde milim değişme yok.

Bizler herkesin sevdiği olmadık.

Olmak istemedik.

Böyle bir derdimiz olmadı.

Çünkü “herkesin sevdiği olmak” demek, en basit tanımıyla, “yavşak” olmak demektir ve yavşaklık bize göre tedavisi olmayan salgın bir hastalıktır.

***

Yaş 55!..En sonunda anladım ki, asıl mesele yaşamak kadar yaşatabilmekmiş, yüreklere dokunabilmekmiş ve ben bir çocuğun gülümsemesine, bir sokak köpeğinin karnının doymasına sebep olmuşsam, yaşamayı haketmişimdir.Ne mutlu bana!

Herkes bir şeyler olma derdindeyken, benim bu dünyadan tek isteğim bir “HİÇ” olarak göçüp gitmek. Çünkü HİÇ olmak kirlenmeden, çürümeden, diz çökmeden yaşamayı becerebilmek demektir. HİÇ olmak marifettir. Becerebilirsem, aşk olsun bana…

İyi ki doğmuşum ve iyi ki sizleri tanımışım.

Ömrümün

Güzel

İnsanları,

varlığınız daim olsun.

***

Özünüze rast gelesiniz.

Sevgiyle.

Ta m e r D u r s u n

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.