Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
30°C
İstanbul
30°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
30°C
Pazar Parçalı Bulutlu
31°C
Pazartesi Açık
31°C
Salı Parçalı Bulutlu
31°C
YORULDUM
31 Temmuz 2025 13:54
48
A+
A-

“Yoruldum” adlı bu anlatı, bireysel bir çöküşün sessiz ve derin izlerini taşırken, aynı zamanda modern insanın ruhsal parçalanmışlığını anlatan bir iç monolog özelliği taşır. Postmodern edebiyatın en temel öğelerinden biri olan kimlik bulanıklığı, anlam arayışı ve yabancılaşma bu anlatının her satırında yankı bulur. Özellikle Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’nün varoluşçu yaklaşımlarıyla birlikte okunabilecek bu metin, bireyin kendi içinde verdiği savaşın bir temsilidir. Yazınsal bağlamda, Franz Kafka’nın umutsuzluk ve kopuş temalarıyla; Virginia Woolf’un bilinç akışı tekniğiyle örülü metinlerine yakınlık gösterir.

Burada, yazarın kelimelere döktüğü yalnızlık, sadece bireysel bir duygulanım değil; kentleşmenin, teknolojiyle iç içe geçmiş ama içsel olarak yalıtılmış bir toplumun da yansımasıdır. 

Mekânlar, anılarla yüklenmiş içsel haritalara dönüşürken; zaman, doğrusal bir çizgi olmaktan çıkar, duyguların ağırlığında bükülür. İçsel yolculuğun bu türü, hem edebi hem felsefi olarak önemli bir yere sahiptir: çünkü bu tür anlatılar, okura kendi sessizliklerine kulak vermeyi, içlerindeki boşlukla yüzleşmeyi öğretir.

Roland Barthes’in “Yazarın ölümü” kavramıyla ifade ettiği gibi, bu metnin de sınırları sadece yazarın deneyimiyle çizilmez. Okur, bu satırlarda kendi yorgunluğunun gölgesini, kendi karanlığının izini bulur. 

Her cümle, bir aynadır: kırılmış, buğulu, ama hâlâ gösteren. Ve bu aynada görülen yalnızca bir birey değil; çağımızın, çaresizlikle örülü kolektif ruh halidir. Bu nedenle, “Yoruldum”, bir kişi öyküsü değil, bir insanlık hâlidir… 

Yoruldum… 

Nice sonra herkes kendi düzenini kurarken, bense kurulu düzenimin yıkılışını izledim. Tekrar bir düzen kurmak için yorgundum. Çok yorgundum… Her adım bir ağırlık, her nefes bir mücadeleye dönüşmüştü. 

Gözlerim… Bir zamanlar güneş gibi parlak olan umutlarım… Şimdi griye dönmüş gökyüzünde kaybolan ışıkları gibi; titriyor, ama varlıkları giderek silikleşiyordu. Her gün bir başka savaşın içindeydim, ama kazanacağım bir şey kalmamıştı. Zaten, kaybettiğim her şeyin ardında kalan yalnızlık, kazandıklarımın artık hiçbir anlamı olmadığını bana öğretiyordu.

Zaman geçtikçe, her şeyin üzerine bir perde çekildiğini hissettim. Gözlerim, hayata bakarken daha az şey görüyordu. Sanki her şey, sadece bir anlık, geçici bir iz olarak kalmıştı. Düşüncelerim, bulutlar gibi savruluyor; hiçbir yere gitmeden, hep aynı yerde dönüp duruyordu. Bu sonsuz döngüde sıkışıp kalmış gibiydim.

Yoruldum… Ama bu yorgunluk, bedenimden çok, ruhumun ağırlığıydı. Her yeni gün, eski hatıralarımın yankılarıyla uyanıyordum. Bir zamanlar sahip olduğum güven, sevgi, neşe… Hepsi yavaşça eriyip gitti. Şimdi ise sadece bir boşluk kalmıştı.

İçimdeki o eski ben, bu ağır yüklerin altında ezilmişti. Her şeyin ne kadar hızlı değiştiğini görmek, daha da yoruyordu. Zaman, sahip olduğum tek gerçekti ama o da bana ait olmaktan çıkmıştı.

Belki de hayat, hiç durmayan bir tren gibiydi ve ben hep arkasından bakıyordum. O trene binememek, gitmek istediğim yere varamamış olmak, beni daha da yalnızlaştırıyordu. Ama yorgunluğumun nedeni sadece yaşamın zorlukları değildi. Aynı zamanda kendi içimdeki savaşımdı. Kendime karşı duyduğum o derin umutsuzluk, yıllarca gizlediğim duyguların patlak vermesi, sessizce içimi yiyip bitiriyordu. Bir zamanlar güvendiğim her şey şimdi, toprak altında kaybolan kökler gibi beni terk etmişti.

Ve işte burada, bu noktada… Ne yapacağımı bilemiyorum. Belki de hayatın, bu karanlık anlarının içinde, bir ışık bulmak için bir yol vardır. Ama şu an o ışığa dair hiçbir işaret göremiyorum. Sadece kara bir denizde sürüklenen bir gemi gibi… Ne rotası belli, ne varacağı yer. Bütün bu yorgunluk, bir varoluşsal çıkmazda sıkışıp kalmış hissettiriyor.

Ama yine de, belki bir gün, bir sabah uyanırım ve her şey farklı olur. O zamana kadar, her gün biraz daha ağırlaşan yükle, kendi sessizliğimde yol alırım.

Yoruldum… 

Ve zamanla, günler birbirine benzemeye başladı. Her sabah, gözlerimi açtığımda, bir önceki gecenin yalnızlığı halâ odada asılıydı sanki. Uyanmak, bir çaba gibi geliyordu; sanki her uyanış, biraz daha uzakta bir yere sürüklüyor gibiydi beni. Bazen bir anı belirir zihnimde, eski bir gülüş ya da kaybolan bir ses… Ama o anlar da giderek daha silikleşiyor, daha uzaklaşıyordu. Bir zamanlar hayatın her anını kucaklarken, şimdi sadece zamanın geçmesini bekler olmuştum.

Evdeki her şey eskimeye başlamıştı. Her şeyin kendine ait bir yorulmuşluğunu hissediyordum. Duvarlarda solmuş renkler, odalarda kaybolan eski kokular, yılların getirdiği rutubetli bir yalnızlık. Evdeki her köşe, bir kaybı anımsatıyordu. Her bir eşya, bir zamanlar hayatımda bir yer tutmuş, bir anlam taşımıştı. Şimdi ise sadece boş bir alanın parçalarıydılar. O eski mutlu anıların hayaletleri, duvarlarda yankılanıyordu, ama kimse onları duymuyordu. Gözlerimde, hatırladıkça kaybolan bir geçmişin içinde kayboluyordum.

Bir sabah, yine uyanıp günümü karanlık odada geçirirken, bir tek şey vardı: bir ses. Zihnimin derinliklerinden, sanki yıllardır gizlediğim bir his, bir şey bana sesleniyordu. Bu sesin ne olduğunu anlayamıyordum. Bazen bir çağrı gibi, bazen de sadece bir yankı gibi hissediyordum. Ama bu ses, beni bir yere götürmek istiyordu; bir yer, belki de bulmam gereken bir şey vardı. Bu tam olarak neydi, neye işaret ettiğini bilmiyordum. Ama ne olursa olsun, duyduğum o sesin peşinden gitmeye karar verdim.

Bir gün, gözlerimi açtım ve güneş ışığının odama sızdığını fark ettim. Yavaşça pencereye doğru yürüdüm. Her şey, her şeyin ötesinde bir sessizlik vardı. Bazen sessizlik, en yüksek ses olurdu ve o sessizlik, beni boğuyor gibiydi.

 Ama o gün, pencereye bakarken bir şey farklıydı. Dışarıdaki dünya halâ devam ediyordu; insanlar yürüyordu, arabalar geçiyordu, bir kuş kanat çırpıyordu. Her şey, normal bir şekilde hareket ediyordu. Ama ben orada, pencere kenarında durmuş, her şeyin ne kadar anlamını yitirdiğini düşünüyordum.

Bir an, bir şeyin değişmesi gerektiğini fark ettim. Belki de gerçek anlamda bir değişim, her şeyin ardında bir kırılma noktasına ulaşmayı gerektiriyordu. O kırılma, sadece dış dünyada değil, içimde bir yerde olmalıydı. O zaman, bir gün belki, bir sabah uyanıp, geriye doğru bakarken, tüm bu karanlıkla dolu zamanın beni nasıl şekillendirdiğini, nasıl bir insan haline geldiğimi görecektim.

Yavaşça bir gün, o korkunç, ağır hisle yüzleşmeye karar verdim. Kendime dedim ki: “Artık daha fazla kaçmak yok.”

İlk adım attığımda, toprağa ayaklarımın basmadığını, her şeyin hâlâ askıda olduğunu hissettim. Yavaşça yürüdüm, fakat her adımda, içimde bir şeylerin kaybolduğunu, bir şeylerin beni terk ettiğini fark ettim. 

Yağmur yağıyor, rüzgar yüzümü yalıyordu, ama bir şekilde yürümeye devam ettim. Belki de bu yürüyüş, bir yansıma gibi bir şeydi; ruhumun kaybolan parçalarını toplamak için bir arayıştı. Sadece içimdeki sessizliği dinleyerek ilerledim. O sessizlik, bazen acı veriyor, bazen ise hiç duymak istemediğim bir geçmişin yankısını getiriyordu.

Bir zamanlar bu şehirde, kaybolan duygularımın peşinden gitmiştim. Şimdi ise aynı şehri, kaybolan zamanların gölgesinde yeniden keşfetmeye çalışıyordum. Ama her şey, çok farklıydı. İnsanlar yürüyordu, ama kimse yüzümü tanımıyordu. Kimse beni görmüyordu. Hangi sokaktan geçsem de, yalnızdım. Yalnızlık, artık bir arkadaş gibiydi. İçimde, bir zamanlar sahip olduğum umutların ve neşenin boşlukları vardı. Şimdi ise sadece bir çatlak vardı, bir kırık, bir eksiklik.

Bir sabah, bir parka gitmeye karar verdim. Orada, o eski çimenlerin üzerine oturdum ve uzun süre sadece baktım. Bazen insanın bir şeylere bakması gerekirdi; bu bakış, hiçbir anlam taşımıyor gibi görünse de, aslında bir şeye dönüşüyordu. O anlarda, belki de her şeyin bir sebebi vardı; belki de her şeyin ardında bir anlam gizliydi. Ama, o anlamı bulmak, ya da bulamamak… O anın kendisiydi önemli olan.

Gözlerim, uzaklara dalmışken, bir çocuk koşarak yanıma geldi. Başını eğdi ve gülümsedi. O gülümseme, ne kadar tanıdık, ama o kadar da yabancıydı. Çocuk, “bak! kuşlar dedi. Ne kadar güzel değil mi ?” Bir an, ne söylediğini anlamadım. Gözlerimle onu takip ettim, küçük bir kuşun peşinden koşuyordu. Çocuk ve kuş arasında bir bağ vardı, bir şey vardı. O an, bu kadar basit bir şeyin bile içimde bir değişim başlatabileceğini fark ettim.

Belki de gerçekten de hayatta küçük şeyler, bir çocuğun mutluluğu, bir kuşun kanat çırpışı, bir adım ötedeki umut, her şeyin başlangıcı oluyordu.

Ve belki de, uzun bir yolculuğun sonunda, bir sabah, uyanıp kendimi yeniden bulduğumda, her şey çok farklı olurdu.

Ve bir süre sonra, o çocuk  kuşun peşinden koşarken, gözden kayboldu. Ama o gülümseme, o masum bakış, halâ içimde yankı yapıyordu. O an, ne olursa olsun bir şeylerin değişmeye başlamış olduğunu hissettim. 

Küçük bir hareket, bir tebessüm , belki de bir umut kıvılcımı, bazen hayatı değiştirebilirdi. Ne de olsa, hayatın anlamı belki de küçük şeylerde saklıydı. Her şeyin yavaşça kaybolduğu, her şeyin silindiği bir dönemde, o çocuğun gözlerindeki kıvılcım bile, bir ışık gibi içime sızmıştı.

Parkta bir süre daha kaldım. Oturduğum yerden, uzaklarda yürüyen insanlar, parkta oynayan çocuklar, hafifçe esen rüzgârla savrulan yapraklar… 

Hepsi bana çok tanıdık geliyordu, ama bir o kadar da yabancıydılar. Hızla değişen bir dünyada, hiçbir şeyin sabit kalmadığını, her şeyin bir anda silinebileceğini düşündüm. Ama bir yandan da bir şeyin farkına vardım: Belki de her şeyin kaybolması, yeniden yaratılmasını sağlıyordu. Ne kadar kaybedersen, o kadar çok şey bulabilirsin. Bu düşünce, içimde bir yerlere dokundu. Belki de kaybettiğim her şey, bana yeniden başlamam için bir fırsat sunuyordu.

Bir süre sonra, parkın dışına doğru yürümeye başladım. Şehirdeki her sokak, her cadde, bir zamanlar bana ait olan, eski bir anının izlerini taşıyordu. Şimdi ise her şey garip bir şekilde yabancılaşmıştı. Ama belki de bu yabancılık, beni yeniden keşfetmeye zorlayacak bir şeydi. Adımlarımın arkasında bırakacağı izler, bir zamanlar kaybolmuş olan kimliğimi yeniden bulmama yardımcı olacaktı.

O gün, sokaklarda yürürken, kalbimde bir hüzün ve bir umut arasında gidip geliyordum. Hüzün, kaybettiğim her şeyin yükünü taşıyor; umut, kaybolmuş bir ışığın geri dönmesi için bekliyordu. Birden, gözlerim bir dükkanın vitrinine takıldı. İçeride eski kitaplar vardı. Kitaplar… Benim eski dostlarım. Yıllardır kitaplarla aramda bir bağ vardı. Kitaplar, bir zamanlar bana hayatın anlamını hatırlatırken, şimdi bir tür yabancı gibi geliyordu. Ama yine de, o eski dostlarıma yaklaşmak, onlarla bir anı paylaşmak istedim. Dükkanın kapısını araladım ve içeriye adım attım.

Eski kitap kokusu, o tanıdık his… Bir anlığına, geçmişe dönüp, kaybolmuş olan o zamanları hissettim. Hızla raflara göz attım. Birdenbire, bir kitap dikkatimi çekti. Eski, sararmış sayfalarıyla, “Zamanın Ardında” adlı bir roman. İçimi bir sıcaklık kapladı. O kitabı elime aldım ve sayfalarını çevirmeye başladım. O an, bir şey fark ettim: Kitapların sayfalarında kaybolmak, benim geçmişi, eski benliği yeniden hatırlamamı sağlıyordu. Belki de kaybolmuş olan her şey, geçmişin tozlu sayfalarında gizliydi.

Kitapçıda uzun bir süre kaldım… Sayfalarda kaybolmuşken, bir anda dışarıda yağmurun başladığını fark ettim. Yağmur, adeta şehri yıkıyordu. Sanki her şey, yeniden temizleniyordu. O an, içimde bir yerlerde bir şeylerin değişmeye başladığını hissettim. Yağmurun sesi, sanki her şeyin yavaşça arındığını, yeni bir başlangıç için yer açıldığını söylüyordu.

Dükkanın kapısından çıkarken, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gri bulutlar, biraz önceki kaybolmuş ışıkları gizlese de, aralarından bir iki güneş ışığı sızıyordu. Yağmurun ardından, her şeyin yeniden doğabileceğini düşündüm. Bütün o karanlık günler, belki de sadece bu anın içinde yer alabilmek için gerekliydi.

Şehirde yürürken, her adım biraz daha hafiflemeye başladı. O ağır yorgunluk, sanki bir nebze olsun kaybolmuştu. Gözlerimde, kaybolan umutların yerini bir tür huzur alıyordu. O eski ben, o kaybolmuş ben, belki de yeniden doğuyordu. 

Zaman geçtikçe, bir yerlerde içimde bir ışık yanmaya başladı. Artık ne kadar kaybolduğumun, ya da ne kadar uzaklaştığının önemi yoktu. Ne de olsa, kaybolan her şeyin bir geri dönüşü vardı.

Bir sabah, belki de çok yakında, o kaybolan ışık, içimde yeniden doğacak ve ben, her şeyin farklı olduğu o anı yaşayacaktım. O zaman, belki de her şeyin anlamı, sadece bu yolculukta gizli olduğunu anlayacaktım.

O sabah uyanınca, belki de her şey farklı olurdu. Ama şimdilik, her adımda biraz daha hafifliyor ve biraz daha ilerliyordum.

İşte böylece; yorulmuş bir ruhun izlerini taşıyan bu yolculuk; sadece bir bitişin değil, aynı zamanda bir başlangıcın da habercisidir. Çünkü insan, ne zaman tam anlamıyla kaybolduğunu hissederse; işte tam o anda, yeniden var olma ihtimali doğar.

Hayat, bazen gölgeler içinde yürümeyi gerektirir. Ama unutulmamalıdır ki en koyu karanlık, daima şafağın habercisidir. Bu öykü, bir varoluşun kaybından yeniden doğuşuna doğru uzanan, sessiz ama derin bir çağrıdır. Ve her okuyucu, bu satırların bir yerinde kendi iç sesini işitecektir.

Belki de en doğru soru şudur: Yorulmak mı, yoksa bu yorgunlukla yaşamaya devam edebilmek mi daha cesurcadır?

Cevap, hepimizin içindeki o sessiz adımda gizlidir.

Hale Aşkın

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.