Türkiye’de yazar olmak, kalemi bir ekmek bıçağı gibi eline almak demektir; kimi zaman açlığını bastırır, kimi zaman karanlığı yarar, kimi zaman da yaraya pansuman olur. Bizim topraklarımızda yazarlık, yalnızca kitap sayfalarına dizilmiş sözcükler değildir; koca bir toplumun çığlığıdır, sessizliğinin yankısıdır, umutlarının hayale bürünmüş halidir.
Her çağın yazarı, aslında kendi devrinin aynasıdır. Namık Kemal hürriyet diye haykırırken, Nazım Hikmet bir sürgün odasında bile geleceğin türküsünü yazmıştır. Halide Edib, kalemiyle cepheye koşmuş, Sabahattin Ali, sözcükleriyle zincirleri zorlamıştır. Onlar bize gösterdi ki; yazarlık, yalnızca bir meslek değil, varoluşun ateşten sınavıdır.
Bugün de değişen pek bir şey yok. Evet, teknoloji sayesinde basmak kolaylaştı, ama kalemin yükü hafiflemedi. Yazar, hâlâ kendi alın teriyle hayatta kalmaya çabalıyor; çoğu zaman geçimini başka işlerden sağlıyor. Kitap raflarda belki birkaç hafta kalıyor ama yazarın çilesi ömür boyu sürüyor. Sansür gölgesi hâlâ tepemizde, ekonomik kaygılar omuzlarımızda, ilgisizlik ise sessiz bir yara gibi içimizde büyüyor.
Ama bütün bu engellerin ardında bir gerçek var: Yazmak, insanın kendisine ve insanlığa borcudur. Çünkü yazı, bir köprüdür; bireyle toplum arasında, geçmişle gelecek arasında, hayalle hakikat arasında. Kalem kâh bir çocuğun hayaline dokunur, kâh bir işçinin alnındaki teri anlatır. Yazmak, insanı insana yaklaştırmanın en insancıl yoludur.
Türkiye’de yazar olmak işte böyle bir yolculuktur. Çoğu zaman yalnız, çoğu zaman yaralı, çoğu zaman da anlaşılmamış… Ama inadına direnen, inadına üreten, inadına kalemi elinden bırakmayan bir yolculuk. Çünkü biliriz ki; söz uçar ama yazı kalır. Ve kalem, hâlâ insanın kendini ve dünyayı değiştirebildiği en güçlü silahtır.
Süleyman Güzel