Karşıdan karşıya geçerken, çarpışan iki kişi gibi. Sonra, kimse kimseyi hatırlamıyor.
”Seninle mutlaka arkadaş olmalıyım” diye yazmıştı. O kadar içtendi ki, hayır diyemedim. Ardından da ”Seni aramalıyım” dedi.
“Neden?” diye sordum.
“Aylardır yazdıklarını takip ediyorum. Sen beni iyileştirdin. Bu yüzden sana teşekkür etmek istiyorum.” diye cevapladı.
Epey geç bir vakitti. “Eğer bir insanı farkında olmadan ayağa kaldırmışsam, teşekkürünün de başımın üstünde yeri vardır” deyip telefon numaramı verdim. Hemen aradı. Konuşurken, anlatırken, içini dökerken, kâh hüzünlendi, kâh heyacanlandı. Güldü, uzaklara daldı, sustu, anlattı ve ben dakikalarca onu dinledim.
“Sen ve yazıların bana çok iyi geliyorsunuz şair” dedi.
“Eyvallah” dedim.
En sonunda da, gecenin gündüze el verdiği saatlerde veda edip gitti.
Aslında o gece erken uyumalıydım. Çünkü ertesi gün önemli işlerim vardı. Buna rağmen, ozanın dediği gibi, ”Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir” diyerek, saatlerimi ona feda ettim.
Sonraki gün bir baktım, beni engellemiş
Gitmiş.
Yok.
***
Sanırım, üzülsem de, kızsam da, hayal kırıklığına uğrasam da, zamanla alışıyorum bu gelmelere, gitmelere, güzel sözlere, hiç gitmeyecekmiş gibi davranmalara ve hemen ardından yok olmalara. Ben de sizler gibi, bu “Fast food und Face food” ilişkilerden payıma düşeni alıyorum.
Geliyorlar, tüketiyorlar .ve gidiyorlar. Sanki hiçbir şey yaşanmamış, sohbet edilmemiş, dertleşilmemiş ve sevip sevilmemiş gibi. Salgın bir hastalık gibi, arkalarında yıkık dökük bedenler ve ruhlar bırakarak gidiyorlar. Geriye okunmamış, okunulmuş ama anlaşılmamış şiirler, satılmamış kitaplar ve yalnızlık kalıyor.
Karşıdan karşıya geçerken, çarpışan iki kişi gibi. Sonra, kimse kimseyi hatırlamıyor.
Geçenlerde biri “Tamer bey, yoksa siz bu şiirde beni mi anlattınız?’ diye sordu. “Hayır hanımefendi” dedim “Sizi anlatsaydım, siz de benden giderdiniz!”
***
2015’de Özgecan ve diğer bütün tacizi, tecavüzü yaşamış kızlarımız için yazdığım “Tecavüz Günlüğü” şiirimi ilk sosyal medyada paylaştığımda, herifin biri gelip paylaşımın altına “Tamer Bey, açıkcası, ben bir erkeğin tecavüzü bu kadar hissederek yazacağına inanamıyorum. Yoksa sizde mi tecavüze uğradınız?” diye yazıvermişti ve ben yorumu okuduğumda, ne cevap vereceğimi, hangi kelimelerle, o yorumun kalbimin tam ortasına saplanıp, nefesimi kestiğini anlatacığımı bilememiştim.
Ne garip!
Demek ki, böyle düşünen insanların gözüyle, birinin gördüğü vahşeti, acıyı, kederi ve zulmü anlatmak için onu birebir yaşamak şart. Kanser hastasının ağrılarını anlatmamız için önce kanser olmalıyız. Hapishanede, sürgünde ve gözaltında olan birinin yaşadığı işkenceyi ve baskıyı, hapishaneye girmeden, sürgüne gönderilmeden ve gözaltına alınmadan mümkün değil. Ayrıca, kadınların gördüğü şiddeti, çocukları hedef alan tacizi, tecavüzü, ve sokak hayvanlarının açlığını yazmak için dayak yememiz, tecavüze uğramamız ve sokaklarda aç kalmamız şart!
Empati yoksulu bireylerle beraber aynı coğrafya üzerinde yaşamak zorunda kalmak…
Ah!
***
Bir zamanlar da arkadaş listemde inşaat işçisi biri vardı. Ailesinden uzakta, çok başka bir şehirde çalışmak zorunda kalmıştı. Vakit buldukça arardı beni. Bazen de özelden yazardı. Derdini, ailesine olan özlemini, parasızlığını anlatırdı. Çam sakızı çoban armağanı deyip, çocuklardan birine okul yardımında bulunmaya başladık. Bir süre sonra, aklım beni kandırmıyorsa, yine bir kurban bayramı öncesi, telefonumu çaldı. Baktım o. Düşünmeden telefonu açtım. Hal hatır sorduktan sonra “Abi ben çocuklarımı çok özledim ama yol parası…” dedi. O anda sanki konuşan o değil de, bendim. Öyle içim acıdı. Bayramda, evinde, ailesinin, çocuklarının yanında olsun diye destek olduk. Aradan bir zaman geçti ve bir gün, bir baktım, bana düşmanlık eden, baştan aşağı sıkıntılı bir herifin tetikçisi olmuş, sağda solda hakkımda laflar ediyor. Hatta benimle dalga geçmek için paylaşılan yarı çıplak bir herif görselinin altına kahkaha emojileri koymuş, bir insanın sosyal medya lincine alkış tutuyor. Bir sigara yaktım, derin bir nefes çektim ve onun için üzüldüğüm zamanları düşündüm. İçimden alev alev yanan bir nehir bir aktı. Yine de ona ne tek kelime yazdım, ne de sitem ettim. Sustum. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dediği gibi.
“o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz.”
***
Tamam, alışıyorum alışmasına ama yine de “Neden hep böyle oluyor?” demeden duramıyorum. Neden biz en unutulmayacak ve en canımızı acıtan tokatları yakınlarımızdan yiyoruz? Hani, bunu el alem yapsa ya da herhangi bir yabancı, o kadar zorumuza gitmez ya da sırtımızdaki hançer düşmanımızın eliyle oraya sokulmuşsa, o kadar dert etmeyiz ama el uzattıklarımız, zor zamanlarında yanında olduklarımız, yarenlik edip, gözyaşlarına mendil olduklarımız…İşte, bizim elimiz kolumuz kanadımız o anlarda kırılıyor. Paramparça oluyoruz…
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud “insanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. insanların tecrübe dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana tecrübeli denir.” diyor.
Yani, bizim gurur duyduğumuz bu tecrübeli hallerimiz aslında kalbimizle aramızdaki bağın kesilmesiymiş. Eee? Demek oluyor ki, bizler büyüdükçe, yaşadıkça ve yaşlandıkça, üzülüyoruz, ihanete uğruyoruz, kandırılıyoruz, yarı yolda bırakılıp, terk ediliyoruz ve bütün bunların sonunda da “tecrübeli biri oldum.” diyerek, sanki bir şey kazanmış ya da öğrenmişiz gibi kendimizi kandırıyoruz.
Kazanılan bir şey yok.
Kalbimizle aramızdaki bağ kesildikten sonra ne kazanmış olabiliriz ki?!
Tecrübe mi?
Peh!
Zaten, ne kadar laf edersek edelim, gerçek şudur.
Bir insanın doğuımundan ölümüne kadar ancak üç ya da beş “dostum” diyebileceği insan olur. Düşünsenize, en az altmış-yetmiş yıllık ömürlere sığdıralan üç-beş dost! Bu bile tek başına aslında Freud’un sözünü destekler nitelikte.
***
Sanırım şu saatten sonra, yapacağımız en doğru şey, yaşam alanımıza az ve öz insan katmaktır. Çünkü huzurlu ve sakin bir hayatın vazgeçilme koşullarından bir tanesi de “huzurlu bireylerin varlığı” dır. Ruhlarını iki metre don lastiği ve bir düzine mandal karşılığı şeytana vermiş olanlardan ve de sıkıntıdan, sorundan, dedikodu ve çıkardan beslenen bireylerden sağlıklı ilişkiler beklemek koca bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Belki de bunu gözardı ettiğimiz için, zamanla kalabalıklar içinde u/mutsuz insanlara dönüşüveriyoruz. Geriye bizden sadece birkaç kilo et ve kemik kalıyor. Sizi bilmem ama benim parolam artık “Az insan, öz insan”
Kimseye kendimi anlatmak için yorulmayayım, “Acaba bu da benden bir şeyler koparıp gidecek mi?” diye kaygı duymayayım, sarılırken, sarmalarken, korkmayayım, endişe etmeyeyim. Varsın, etrafımda sadece bir avuç “can” dediğim insanım olsun. Yeter bana.
“Fazla eşya ve fazla insan sadece fuzuli yorgunluktur.”
Vakti zamanında bir filozof öğrencileriyle konuşurken, sohbetin bir yerinde “Düşmanınızdan çok dostunuza dikkat edin.” der. Öğrencileri filozofun sözüne bir anlam veremez ve “Neden?” diye sorarlar. Filozof “Bir insanın canını, sövdüklerinden çok sevdikleri acıtabilir.” der. Bizim yaralarımız da, yabancılardan, el alemden değil, umut ettiklerimizden, gönül verdiklerimizden, kalbimizde ağırlayıp, değer verdiklerimizdendir.
Belki de, Steinbeck haklıdır.
“Ne kadar az beklenti, o kadar çok huzur.”
***
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle…